İNKÂRIN ZIRHI OLAN BAHANELERİMİZİN GÜCÜ
İNKÂRIN ZIRHI OLAN BAHANELERİMİZİN GÜCÜ
HATİCE FAHRUNNİSA
Kendi ayaklarımıza vurduğumuz prangalardır bahanelerimiz.
Kabulün aklî zorluğu, nefsin inatçılığı, bilincin örtüsü, aklın ise savunma kalkanıdır.
Algıların kilidi, hakikate karşılık kalbin delâletidir.
Düşünmekten alıkoyan, anlamamakta ısrar etmeyi sağlayan; karanlığa yol olan, hakikati dillendiremeyen, apaçık olanı fark ettirmeyen, ataların yolundan döndürmeyen, algıların kilidi, vehmin hükmüne tâbi eden; bizi kör, sağır, dilsiz kılan bahanelerimizdir.
Kur’an’ı Kerim’de bahanenin inkâr anlamına geldiğini görünce, daha da bir dikkat kesilmeden edemiyor insan.
Sonra soruyorsun kendine. Senin kaç türlü bahanen var?
Hangi yaşam alanında, nerede saklanıyorsun kat kat örtülerinin altına bürünüp? Neden kaçıyor ve neyi görmemezlikten gelip üretiyorsun bunca tutarsız argümanı?
Kendinde, çevrende, büyük saydığın kimselerde, ululaştırdığın ama aynı zamanda suçu onların üzerine atıp inkâr ettiğin neler var bahanen olarak?
Hakikati kabul etmemek anlamına gelen inkâr kavramı Kur’ân âyetlerinde küfr, cahd, şirk, kezib, nifak ve ilhâd gibi farklı kavramlarla da kullanılmış.
Bizi bizden iyi tanıyan Mevla, temel konusu insan olan Kur’an’da bize ait tüm gerçekleri çıkarabilmemizin mümkün olduğunu örneklerle de gösteriyor.
İnsanın kendi ruhsal dinginliğini gerçekleştirmek adına her ne varsa bize açık seçik anlatıyor.
Ama bizim bahanemiz çok. O kadar çok ki…
Şükretmemiz gerekirken kabul etmeyerek şikâyet ettiğimiz, yani aslında bizleri inkâra sevk eden duygusal, fikrî ve sosyal etkenler, zannedildiğinden çok daha fazla bir yekûn oluşturuyor.
Farkında değiliz.
İnkârı sadece Allah’ın varlığını reddediş gibi bir kavram sanıyorsak yanılıyoruz. Müşrikler dahi Allah’ın varlığını anlama ve kabul etme noktasında birçoğu aynı görüşteydi. O’na inanıyorlardı. Sadece gönderilen peygamberin neden kendilerince ehil görülenler içerisinden seçilmediği ve O’nun getirdiği eşitlik düzeni sebebiyle konumlarıyla birlikte kurdukları rant düzeninin yıkılacağı gibi birçok sebeplere takılarak bahaneler üretip reddetmişlerdi. Tıpkı bizim, yine bizlerin tekâmülü için Rabbimiz tarafından gönderilen olayları, durumları, kişileri kabullenmeyişimiz gibi.
Neyedir ki şahadetimiz?
İnsanı inkâra sevk eden iç ve dış sebeplerin var olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu sebeplerin nasıl etkisiz hâle getirilebileceği hususunda Kur’ân’da birçok çözüm yer alır.
Fakat bunları bildiğimiz halde uygulama adına bahanemiz çok.
Büyüklük taslama, inat, nankörlük, nefse uyma, çekememezlik, kıskançlık temel olarak inkârın duygusal nedenleri sayılabilir. Bir gözden geçirsek hayatımızda ne kadar yeri olduğunu göreceğiz bu hallerin. Kendimize dürüst olarak cevaplayabilir miyiz bu soruları?
Korku, telaş, şüphe, önyargı, cahillik ve tereddüdü de unutmamalı elbette.
Her insanın yaratılışında olumlu özelliklerinin yanında fıtratı gereği bazı olumsuz özellikleri de bulunur. Bahanelerimiz derdimizi aşmamış gibi kendini bilme ve doğru davranışı sergileme adına da yeterince farkındalığımız ve gayretimiz yok. Dolayısıyla sürekli bir minareye kılıf uydurma çabasındayız. Aklımızı vahyin öngörüsüyle kullanarak düşünmemiz ve tabiatımızda var olan olumsuz özellikleri kontrol altında tutmamız gerekir.
İşin ilginç tarafı da kendimizi kontrol altında tutmamız gerekirken çevremizi kontrol altına almayı tercih edişimiz de inkârın bir başka sebebi diye düşünüyorum.
Kısacası kişiyi doğduğu andan öleceği güne kadar çepeçevre kuşatan bu unsurlar, çoğu zaman insanın dinî gerçekleri inkâr etmesine sebebiyet veriyor. Bizi inançsızlığa sürükleyen sebepler, önce imanını zayıflatıyor, daha sonra ise inkâra sürüklüyor. Sadece bununla da yetinmiyoruz. Kendimize karşı bahanelerimizle maniple ettiğimiz aklımız, zekamızın kontrolü altında.
İnsan, kendi benliğinden kaynaklanan bu çeşit duygusal ve düşünsel etkenlerden ve dışarıdan maruz kalabileceği sosyal sebeplerden bahaneleriyle kendini korumaz, yaratılışında var olan selim fıtratına sahip çıkmazsa, her an inkâr tehlikesine maruz kalabilir.
Kendini, bedenini, yaratılış özelliklerini, imtihanlarını inkâr eder durur.
Bir olayın istediğimiz gibi sonuçlanmıyor oluşunu kabul etmek de bir razı oluş değildir ve bizi inkâra götürebilir. Derdimizi dermanımız olarak görmüyoruz. Ondan kurtulmanın yollarını ararken manifestler, rakamlar havalarda uçuşuyor.
Neden bunu yaşıyorum, hangi davranışım yanlıştı, bu konuda hangi marifete, değere, erdeme ulaşmalıyım diye sormuyoruz. Çünkü bahanelerimiz çıkarımızı destekliyor.
Sadece bir an düşünün. Ufacık bir bahanenizi düşünün nelere sebep oluyor.
Şunu unutmamamız gerekir. İnsanlık inkârla ve bahanelerle hiçbir zaman huzura erişememiştir.
Yorumlar