DEDE EFENDİ
Hafızam beni yanıltmıyorsa 1840’larda bir bahar günüydü. Ney sesleri tatlı tatlı mırıldanmalardaydı. Galata Mevlevihânesinin bahçesinde kuşlarda bu kadim diyarın seslerine ayak uydurmuş bir haldeyken Dede Efendi ile karşılaştık. Hani “Bizim Dede” biliyorsunuz işte o. Yoksa bilmiyor musunuz? Nasıl yani O’nu tanımayan mı var?
O zaman size biraz ondan bahsedeyim. Pek hoşlanmaz aslında kendinden bahsedilmesinden. Bakmayın o da ayrı bir edep meselesi. Bizim gibi eski adamların köklerini Tanrı’ya vardırmak olan zamanla gelenekselleşen sonlara doğru kırıntıları kalan ve hayatımızda neden yaptığımızı tam bilmediğimiz ama vazgeçemeyip kullandığımız kelimeler veya kavramlar. Belki de bilemediğimiz, türetemediğimiz, hepsi ayrı ayrı düşünene.
Velhasıl Dede Efendi biz ona böyle diyoruz ama kendisinin esas adı İsmail. Bazen onu Hamamizade İsmail Dede Efendi diye duymuşunuzdur. Kısaca ben Dede Efendi diyeceğim. Babası güzel adamdı. Süleyman Ağa Şehzadebaşı’ndaki Acemoğlu Hamamını işletirdi. Onun hamamı sayesinde maddi manevi rahatlayan nice Müslümanlar huzurla sokaklarda yürüdüler. Allah razı olsun. Bana şunları anlattı: Hamamdan insanlar gidince göbek taşının ortasına geçer saatlerce şarkı, türkü, ilahi gönlüme ne geliyorsa onu söylerdim. Babam beni zorla kovar başımıza iş çıkartacaksın malum hamamlarda cinler olduğuna dair çok rivayet var. Koşardım eve annem Rukiye Hanıma. Bir posta da ondan işitirdim. Evde de bir kaç saat okuduktan sonra annem daha da fena kızardı, gece gece virtüöz mü olacaksın, in çabuk aşağı derdi. Nurlar içinde yatsın.
Hekimoğlu Ali Paşa Camii’nin bitişiğindeki Çamaşırcı Mektebi’nde tahsilini tamamladıktan sonra Defterdarlıkta Baş Muhasebe Kalemi’nde kâtip muavini olarak çalışmaya başladı Dede Efendi. Pek o tarakta hevesi yoktu İsmail’in. Hesap kitap işinde, içten içe sıkılıyordu. Bir yandan sesinin güzelliği, öğrenciliği, hep ilahici başı olarak geçirdi zamanını. Tabii hamamda okuya okuya açılmıştı sesi. Sınırlarını o zamanlar aştığının ve keşfettiğinin farkındaydı.
Bizim İsmail’i aslında babamın da pek yakın arkadaşı olan musikişinas Anadolu Kesedarı Uncuzâde Mehmed Emin Efendi bizimkisini bir merasimde dinleyip beğenmiş. Bu çocukta bir iş var demiş. Mehmed amcaya uyanık adam, keşfet, piyasa işleri falan derken Unkapanı piyasası O’nun sayesinde büyüdü.
Bir gün evine ziyarete gittim. Süleyman amca vefat etmiş ve aradan bir süre geçmişti. Rukiye anne kahvelerimizi verdikten sonra bana gizlice açıldı:
- “Azizim biliyorsun benim musikiye olan düşkünlüğümü. Defterdarlıktaki kâtip işi de canımı çok sıkıyor ve en önemlisi Hz Mevlana’ya olan sevgimi, muhabbetimi ve aşkımı biliyorsun. Ben bu hamamı filan satıp bir kısmını valideme diğer kısmını yeni kapı asitanesine vakfedip tekkeye çileye soyunacağım” dedi.
- Rukiye anne seni mahveder. Hele bir de hamamı satacağını duyunca çıldıracak ama sen aşkının peşinden koş, aşkın ziyade olsun dedim ve ayrıldım.
Bizim Dede Yeni kapı Mevlevihanesine intisap ederek 1001 günlük çileye soyundu. Geleneğe göre 18 faklı iş kolunda çalışarak, çile çıkardı. Çilesi bitince “Dede” ünvanı aldı, yani dedeliği oradan geliyor. Mevlevilerde bir makam bu, isterse dergâhta kalabilir ve odası olur hizmete devam eder, isterse dışarıdaki hayatına devam edip belli günlerde dergaha gelip giderek maddi manevi kendisini geliştirmeye ve hizmet etmeye devam eder.
Tabi bizim Dede öyle bir yere düştü ki. Musiki açısından cihan imparatorluğunun merkezine, âdeta müzisyenler için bir cennet. Her biri bir buradakilere tutunarak onlarla beraber miraca çıktıları bir fırlatma üssü gibi. Devrin en iyi müzisyenleri orada bu zatların manevi halleriyle başka bir âlemin kapısını musiki anahtarıyla açtıkları büyük üstadların yanında yetişti.
Yıllar sonra Tanburi Cemil Bey’in “Keşke Dede Efendi döneminde yaşasaydım” demesinin sebebini daha iyi anlayacağız. Bizim Dede arkasına aldığı Hz. Mevlana rüzgârı tennüresine vurdukça Şeyhi büyük insan ve müzisyen Ali Nutki Dede’nin feyzi ve kardeşi Abdülbaki Nasır Dede’nin İsrafil’in sura üflemesi gibi neyinden çıkan aşk ateşi onun zarif, nazenin, narin, hassas, latif ruhunda var olan kıvılcımı büyük bir ateşe çevirdi.
Dede, geçirdiği bu günlerde sözleri kuzenim olan Keçecizade İzzet Molla’ya ait olan ilk bestesini yaptı ve olan olmaya başladı. Bana ilk okuduğu günü hatırlıyorum. Olağanüstüydü. Okurken gözyaşları durmuyordu. Postnişin Ali Nutku Dede ve Nasır Dede bayılmışlardı. Bakmayın Yeni Kapı Asitanesi devrin büyükleri, entelektüelleri, müzisyenleri devlet adamları tarafından sıkça ziyaret edilen, bilgi alış verişi yapılan, feyz alınan bir yer haliyle. İsmail’in bu bestesi tarihi yarım adada hızlıca yayıldı.
Zülfündedir benim baht-ı siyahım
Sende kaldı gece, gündüz nigâhım
İncitirmiş seni meğer ki ahım
Seni sevdim odur benim günahım
“Saçlarındadır benim bahtımın karası. Gece gündüz sana bakakaldım
Acınmam incitirmiş seni meğer. Seni sevmektir benim günahım”
Tabi Dede için küçük bir suya atılan taş damlası gibi gözüken beste bu kadar duyulunca Padişah Dedeyi huzuruna çıkarmak istedi ama bir problem vardı. 1001 gün çilesini bitirmemişti. Buranın bir tekke olduğunu unutmamamız gerekiyor, bir nefis terbiyesi meselesi var. Hatta bazı görevlerde kesinlikle konuşulmaz. Çarşı görevi mesela, derviş çarşıya gönderildi mi esnaf bunun nev niyaz yani yeni derviş olduğunu bilir lafa tutmaz idi. Şimdi böyle problemler varken Dedenin de sarayın cazibesine kapılma durumunu göz önüne alan Dedeler ve şeyhi bu özel durumu iyice düşünmek zorundaydı.
Dede Efendi üzerinde taşımış olduğu asalet ve dervişane halin onda bir değişikliğe sebep olamayacağına kanaat getiren büyükleri, Dede’yi nadir gözüken bir istisnayla saraya gitmesine izin verdiler. Nasıl heyecanlı olduğunu, elinin ayağının birbirine girdiğini, huzura koca cihan imparatorunun karşısında olmanın getirdiği ve üzerinde bağlı olduğu yolun sorumluluğunu taşımanın kalbinin hızlı atışını anlattığında hala aynı heyecanı yaşıyordu. Tabi ki çok memnun olmuşlar böyle genç bir adamın, dervişin muazzam yeteneği karşısında etkilenmemek mümkün değildi.
Dede zaman geçtikçe çilesi de bitince tanınan bir adam olmuştu, artık saray ikinci evi haline bile gelmişti. Daha sonraları edebiyatın büyük üstadı divan şiirinin tartışılmaz devi Şeyh Galib de çok yakın arkadaşı olmuştu. Bak, kıskandığımı dile getireyim çok sık buluşmaya başladılar. Bizimkisi Şey Galip, 3.Selim ayrılmaz olmuşlardı. Her biri şair, bestekâr, müzisyenlerdi ve Mevlevilerdi. Anlayacağınız tam yol arkadaşlığıydı onlarınki. Bir araya gelince sohbeti hayal bile edemiyorum. Beni de birçok kez davet etmişti ama bir türlü nasip olmadı.
Ama Dedeyi Ayini Şerifte izlemeniz gerekir. İnanılmaz bir ses. Ayinhan, Naathan ve Kudumzenbaşı, bir orkestra şefi gibi. Mevlevi ayinlerinde diğer tarikatlarda olduğu gibi zikri yöneten bir zakir başı yoktur. Çünkü cehri zikir yani sesli bir zikir yapılmaz. Sema edilir, semazenler her bir adımda çok hafif duyulacak bir şekilde Allah ismi celalini söylerler, o adımları da kudumzenbaşının her bir usule uygun ritmine denk getirecek şekilde müzikle ahenk içinde yaparlar. Hal böyle olunca zakir başı kudumzen başı oluyor, ritmi o ayarlıyor. Bana kalırsa Dedenin bestelediği ayinlerin bir kıymeti Sema da çıkardığı için çile süresi içerisinde bütünüyle hakim olduğundan bestelerinin bugün bile bu kadar heyecanla dinlenmesi ve sema edilmesinin sebebi semazenlerin nasıl adım atmaya ruhlarını itici gücü olan notaları ve ritmi güfteleriyle inanılmaz şekilde harmanlamasından kaynaklanıyor. Hele o Hüzzam Ayini yok mu? Dede bu hüzzam Ayinini 3. Selim’in katledilmesinden sonra, garibim kendini neyiyle savunmuş kılıçlı yeniçerilere karşı. Bir müzisyen için korkunç bir sahne, yaşadığı yoğun üzüntüden dolayı Yenikapı’daki hücresinde bir gece de besteledi. Gözyaşları notalara döküldü onunla beraber. Bütün canlar ayinde âdeta hıçkıra hıçkıra ağladık. Meydan sel oldu ve bir girdap gibi içine çekti bizi.
Dedenin bir özelliği vardı. Ayine başlanacağı zaman hangi ayin okunacağını kimse bilmezdi, o Naat şerifi hangi makamda okursa irticalen yanındaki müzisyenler anlardı. Bu ara da küçük bir anekdot vereyim yanındaki müzisyenler Dedenin yetiştirdiği öğrencilerdi. Her biri Türk müziği için çok önemli bestekârlar. Örnek verecek olursam Dellâlzâde İsmâil Efendi, Mutafzâde Ahmed Efendi, Yağlıkçızâde Ahmed Ağa, Şâkir Ağa, Hamparsum Limonciyan, Hacı Ârif Bey, Eyyûbî Mehmed Bey, Çilingirzâde Ahmed Ağa, Nikogos Ağa, Suyolcuzâde Sâlih Efendi, Yeniköylü Hasan Efendi, Behlûl Efendi, Hâşim Bey, torunu Sermüezzin Rifat Bey, Gelibolu Mevlevîhânesi şeyhi Hüseyin Azmi Dede ve Zekâi Dede en meşhurlarıdır. Onları da kendine fena benzetti. Bu mutrıbdaki canlar hangi makam ve kimin bestesi olduğun hemen idrak eder ve ayini okumaya ezberden başlarlardı.
İkinci Mahmud zamanı bir olay yaşanmış Ramazan ayında, canı sıkkın sıkkın geziniyor ortada.
- “Hayırdır Dede dedim, nedir bu halin, kim canını sıktı bu kadar?”
- “Hiç sorma azizim. Sadaret penahi efendiciğimiz bana canavar demiş. Allah aşkına benim nerem canavar, oldu mu hiç” dedi.
- “Hele otur şu işi baştan bir anlat, ne oldu tam.” dedim.
Bizim iş bilmez kıskanç saray imamı sözde Sultanın gözüne girmek için dümen çevirmek istemiş. Önceden de söylemiş kelle gitmesin diye. “Ben Dede’yi alt edip, rezil edeceğim” diye.
Ben de dedim,
-“Nerede nasıl yani, hadsiz.”
-“Musiki defterlerini karıştırıp, bilinmeyen, bestesi olmayan bir makam bulup, onunla Teravih namazını kıldırıp, bitiminde ilahi okuyacağız ya.”
-“Evet”
- “Bizde o makamı bilemeyeceğiz ve ilahi okumayınca sus pus kalıp rezil olacağız. Şaka yapacak yani.” dedi.
Yuh artık milletteki kafaya bak. Dede çıldırmış, bu imam işi gücü yok mu padişahında olduğu Teravide şöhretine gölge düşürmek istemiş.
- “Zaten olay ondan sonra başladı dinle bak” dedi. “He sana baştan söyleyeyim azizim, ben imama takılmadım. Sultanımızın bana canavar demesine takıldım. Onu unutma. İmamı bak nasıl hallettik dinle” diyerek devam etti.
Bu ara Dede cumhur müezzini ve yanında en az on kişi kadar okuyan adam var Teravih Namazını idare eden. Şimdi İmam Ferahfeza adında bir makam buluyor mecmuları karıştırırken, o dönemde pek, belki de hiç bilinmiyor. Çok az beste yapılmış, neredeyse kaybolmuş bir makam. Fatiha’dan sonra zammı sure okurken bu makama iyice geçiş yapıyor. Tabii huzurunda bulunanların ruhları ferahlıyor ve yeni bir seyir olması itibariyle ruhları coşuyor ama bizim müezzin mahvilinde tehlike çanları çalmaya başlıyor. Çünkü kimse ilahi bilmiyor bu makamda. Hatta imam bunların namazını da yaktı, çünkü ne yapacağız diye kara kara düşünmeye başladılar. İşin kötüsü namaz esnasında konuşmuyorsun. Kimse Dede ne yapacağız, ne bu şimdi de diyemiyor, vahim bir durum. İmam sağa sola selam verirken Dede bunlara kısık bir sesle herkes bana uysun diyor.
Dede ilahiye giriyor, başlıyor okumaya. Ekip zehir, hemen anlıyor ve onlarda ayak uyduruyor. Gümbür gümbür okumaya başlıyorlar. Cemaat manevi havadan hüngür hüngür ağlıyor. Sultan kıs kıs gülüyor. İmam hapı yuttu yine duvara tosladı, zırıl zırıl içine hassaten ağlıyor. Teravih sonrası hep berber Padişah mahvilinde kahve ve sohbet merasimi olur. Yakın çevresinin orada Padişah imama dönüp “Ben sana demedim mi imam Dede’yi alt edemezsin, o bir canavar” diye. İşte bizim Dede buna bozulmuş. Narin, latif, hassas adam tabi böyle çirkin ucube hayvana benzetildi diye kırılmış.
Yalnız bu olayın bir tarafı var. Padişahımız “Bu makam ne” diye sormuş, “çok beğendim bunu Dede” demiş. O da “kıymetli şevketli sadaret penahi efendimiz bu ferahfeza makamı” demiş ve açıklamış. Padişah “O zaman senden rica ediyorum bu makamda bir Ayin-i Şerif besteleyin” demiş. Bizimkisi de pek istekli olmasa da istemeye istemeye emir büyük yerden gelmiş diye besteyi yapmış. Genelde Mevlevi Ayin bestekârları manevi bir işaret doğrultusunda ayin bestelerler. Bu böyle ipek mendile yazılmış istek parça gibi olunca rahatsız olmuş. Ne yapsın koskaca cihan imparatorunu kıracak değil ya. 3. Selim kadar samimi olmasa da bir muhabbeti var yine de.
Ismarlama olan bu ayini dostlarına da paylaştırarak ortaya çıktı. Hele o Peşrev yok mu, aman Allah’ım adamın gönülsüz yaptığı bile efsane olmuştu. Benim favorim bu, kendisine de söyledim. “Bak azizim bunlar beni benden alıyor Hüzzam, Bestenigar ve Ferahfeza” diye. O da tebessüm ederdi.
Yenikapı’da Padişahın davetiyle bestelen bu muhteşem Ferahfeza ayini herkes tarafından çok beğenilmişti. Sultanımız da uyanık insandı. Dede’nin ona karşı kırgın olduğunu biliyordu ve onunla hususi konuşarak gönlünü almasını bildi.
Dede sadece Mevlevi ayini değil ilahi, köçekçe, la dini dediğimiz din dışı müzik ve şarkılar bestelerdi. Aslında müziğinde sınırları kaldırmıştı, eserlerinde evrensel izler bulabiliyordunuz. Muhtemelen şehre festivallere gelen başka milletlerin müziklerini de duyuyor hatta hususi dinlemeye gidiyordu.
Bir gün dost meclisinde oturuyorduk. Dede Mâ sûfiyân-ı rahim mâ tabla-hâr-ı şâhîm Payende dâr yârab in kâserâ vu hanrâ dedi (Biz yoldaki sûfîleriz, padişahın sofrasında yemek yiyenleriz. Yarabbi, bu kâseyi, bu sofrayı daimî kıl) bizimkisi bulunduğu havanın feyzi ile anlaşılan mutlu idi ve içinden Pirimize ait olan bu beyiti söyledi. Genelde sofra duasında okuruz Mesnevide geçen bu beyti ama bir araya geldiğimiz zamanlarda da sohbetimizin feyzini ve şükrünü bilmek adına da söyleriz. Laf lafı açtı ya muhterem. Hazır padişah dedin, ilginç bir hadise var mı deyince, geçenlerde sultanımız Kule Kapı Mevlevihanesinde mahvilde oturuyoruz, sohbet pek güzeldi, başını dizime uzattı ve dedi ki “Dede Hüdavandigar efendimizin kerametlerinden bahseder misin” diye niyazda bulundu. Dedim ki “Onun zamanındakilerden mi, şimdikilerden mi?”. Bunu duyunca hemen heyecanla ayağa dikildi. “Nasıl yani bugünde mi var” dedi, tabi dedim. “ Koskoca cihan imparatoru benim gibi aciz bir adamın dizine başının koymuş bundan daha büyük keramet olur mu?” dedim ve gözleri doldu. Hırkamın üzerine ikimizin gözyaşları sel oldu azizim.
Dede musiki konusunda hassastı. Büyük bir ummandı desek az bile kalabilir. O sıralarda padişahımızın batı müziğine ilgisi artmıştı. Sarayda batıdan gelen ecnebi müzisyenleri getirip onları dinleyip keyif de alıyordu. Sanıyorum Kapalı Çarşı’da bir arkadaşımdan duymuştum. Donizetti Paşa’dan çaldığı eserleri dinliyormuş. Sonrasında Galata Mevlevihanesi’ndeki mukabeleden sonra Dede’yle kahve eşliğinde sohbete koyulduk. Başka canlar ve Dedeler de vardı. “Azizim bu ecnebiler Vals diye bir şey çalıyordu” diyor. Sultanımızın da pek hoşuna gitmiş bu lakırdı. Sonra Dede’ye bana dönüp dedi ki “Bizim niye böyle eserlerimiz yok?” Dedenin canı pek sıkılmış. “Sanki usul ve beste açısından çok maharetli işmiş gibi kızdım. Açıkçası tepem attı da biraz bana 5 dakika mühlet verin kıymetli şevketli sultanım” dedim diyerek anlatmaya devam etti.
“ Yine bir gülnihali besteledim ve icra ettik” dedi. Hepsi mosmor oldular. Sonra “Azizim bakma bu oyunun tadı kaçtı artık ve Allah nasip ederse Hac vazifemi yerine getirmek için yola revan olacağım pek yakında, haklarınızı helal ediniz” dedi.
İçim burkuldu, Dede küsmüştü belli etmiyordu ama çok kırgındı. Öyle bir helallik istedi ki onu son görüşümüz gibiydi. Belki helallik gerçekten böyle istenmeliydi. Bu hal üzere son kez görüşecek gibi Kadir-i Mutlak’la berabermiş hali üzere.
Dede hazırlıklarını yaptı ve bir kaç arkadaşı ile beraber Sürre alayına katıldı. Uzun bir yolculuk olacaktı 6 ay gidilen her bir adımda terk edilen ve yaklaşılan muazzam bir ruh göçü. Dede gittiği her yerde coşku ve hürmetle karşılandı. Onun musiki dünyamıza kazandırdıkları ruhlarımızın dermanı olmuş, besteleri ondan sonra gelecekler için büyük bir köprü görevi görmüştü.
Aradan uzun bir süre geçti. Kurban bayramı yaklaşıyordu ve yüreklerimize ateş gibi düşen acı haber gelmişti. Aziz Dostum Dede Efendi kurtulamadığı kolera hastalığına yenik düşmüştü ve bu dünyadan göçmüştü. Ne diyeceğimizi bilemiyorduk. Gidişinde bir tuhaflık vardı adeta, boşuna değilmiş. Büyük bir hazine idi. 500 yakın eser, yetiştirdiği öğrencileri, onu dinleyip feyz alan insanlar, hepimiz derin bir üzüntü içindeydik. Sonra çok sevindirici bir haber aldık. Müminlerin Annesi Hz. Hatice Validemiz ona kucak açmıştı ve ayakucuna sırlamışlardı Dedeyi. Ruhun Şad olsun Aziz Dost
Vakt-i şerif hayr ola,
Hayırlar feth ola, şerler def‘ ola.
Dervîş Hammâmîzâde İsmail Dede Efendi kardeşimizin rûh-ı revânı şâd u handân, mazhar-ı afv u gufrân, garîk-i rahmet-i Yezdân, nâil-i ravza-i rıdvân, hâcesi hoşnûd, mazcaının râhatı müzdâd ola.
Dem-i Hazret-i Mevlânâ,
sırr-ı Şems-i Tebrîzî,
kerem-i İmâm-ı Alî hû diyelim hûûû.
9 Ocak 1778 - 29 Kasım 1846
Yorumlar