BAHANELERİMİZ…
Kendi ayaklarımıza vurduğumuz prangalar…
Kabulün aklî zorluğu, nefsin inatçılığı, bilincin örtüsü, aklın savunma kalkanı…
Algıların kilidi, hakikate karşılık kalbin delâletidir bahanelerimiz…
Düşünmekten alıkoyan, anlamamakta ısrar etmeyi sağlayan; karanlığa yol olan, hakikati dillendiremeyen, apaçık olanı fark ettirmeyen, ataların yolundan döndürmeyen, vehmin hükmüne tâbi eden; kör, sağır, dilsiz kılan bahanelerimiz…
O kadar çok ki…
Bahane kelimesini anlamının rehberimiz olan Kur’an’ı Kerim’de “inkâr” anlamına geldiğini görünce, daha da bir dikkat kesilmeden edemiyor insan.
Hakikati kabul etmemek anlamına gelen inkâr kavramı Kur’ân âyetlerinde küfr, cahd, şirk, kezib, nifak ve ilhâd gibi farklı kavramlarla da kullanılmıştır.
Bizi bizden iyi tanıyan Mevla’mız, temel konusu insan olan Kur’an’da insana ait tüm gerçekleri çıkarabilmemizin mümkün olduğunu örneklerle de gösteriyor.
İnsanın kendi ruhsal dinginliğini gerçekleştirmek adına her ne varsa bize anlatıyor.
Ama bizim bahanemiz çok. O kadar çok ki…
Şükretmemiz gerekirken kabul etmeyerek şikâyet ettiğimiz, yani aslında bizleri inkâra sevk eden duygusal, fikrî ve sosyal etkenler, zannedildiğinden çok daha fazla bir yekûn oluşturuyor.
İnkârı sadece Allah’ın varlığını reddediş gibi bir kavram sanıyorsak yanılıyoruz. Müşrikler dahi Allah’ın varlığını anlama ve kabul etme noktasında birçoğu müşküldeydiler. Onlar, gönderilen peygamberin neden kendilerince ehil görülenler içerisinden seçilmediği ve onun getirdiği eşitlik düzeni sebebiyle konumlarıyla birlikte kurdukları rant düzeninin yıkılacağı gibi birçok sebeplere takılarak reddetmişlerdi. Tıpkı bizim, yine bizlerin tekâmülü için Rabbimiz tarafından gönderilen olayları, durumları, kişileri kabullenmeyişimiz gibi. Neyedir ki şahadetimiz?
Bu noktada, insanı inkâra sevk eden iç ve dış sebeplerin var olduğunu görüyoruz. Bu sebeplerin nasıl etkisiz hâle getirilebileceği hususunda Kur’ân ve Hadis kaynaklarında birçok çözüm yer alır.
Büyüklük taslama, inat, nankörlük, nefse uyma, çekememezlik, kıskançlık temel olarak inkârın duygusal nedenleri sayılabilir. Korku, telaş, şüphe, önyargı, cahillik ve tereddüdü de unutmayalım.
Her insanın yaratılışında olumlu özelliklerinin yanında fıtratı gereği bazı olumsuz özellikleri de bulunmaktadır. Bu sebeple insanın aklını vahyin öngörüsüyle kullanarak düşünmesi ve tabiatında var olan bu tip olumsuz özellikleri kontrol altında tutması gerekmektedir. İşin ilginç tarafı da kendimizi kontrol altında tutmamız gerekirken çevremizi kontrol altına almayı tercih edişimiz de inkârın bir başka sebebi.
Kısacası kişiyi doğduğu andan öleceği güne kadar çepeçevre kuşatan bu unsurlar, çoğu zaman insanın dinî gerçekleri inkâr etmesine sebebiyet verir. Bu sebeplerin üstesinden nasıl gelinebileceğiyle ilgili dinî naslar ve bilimsel veriler yeterli derecede aydınlatıcı mahiyette.
Kişiyi inançsızlığa sürükleyen sebepler, önce imanını zayıflatır, daha sonra ise inkâra sürükleyebilir. Çünkü insan, kendi benliğinden kaynaklanan bu çeşit duygusal ve düşünsel etkenlerden ve dışarıdan maruz kalabileceği sosyal sebeplerden kendini korumaz, yaratılışında var olan selim fıtratına sahip çıkmazsa, her an inkâr tehlikesine maruz kalabilir.
Bu kadar basit değil. Kime sorsak, Allah’a, peygamberine, kitabına inandığını söyler. Bir olayın istediğimiz gibi sonuçlanmıyor oluşunu kabul etmemek de bir razı oluş değildir ve bizi inkâra götürebilir. Oysa inkâr faktörlerinin üstesinden gelebilmek için yapabileceklerimiz var;
- Açlık ve sefaletle mücadele eden dünya Müslümanlarının gelişmiş inkârcı milletlerin baskılarına; Hristiyan misyoner ve Yehova Şahitleri gibi parayla din satın almaya çalışanlara karşı inancını, şahsiyetini, onurunu, bağımsızlığını ve dini hassasiyetlerini koruyabilmesi için İslam ülkeleri arasındaki yardımlaşma ağının geliştirilerek güçlendirilmesi,
- Zenginliğin de fakirlik gibi bir imtihan olduğu,
- Allah katında mutlak üstünlüğün ancak takvâ ile gerçekleşeceği,
- Kazanırken ve harcarken yüce Allah’ın ilâhî yasalarına riayet edilmesinin lüzumu ve servet edinmek uğruna dinî hassasiyetlerin asla terkedilmemesi gerektiği bilincinin daha aktif bir şekilde gündemde tutulması,
- “İnsanın en büyük düşmanı cehalettir” ilkesinden uzak kalınması,
- Toplumun inkâra sürükleyecek inanç, söz ve davranışlara karşı sahih dinî inançla donatılması,
-Müslümanlar bilgi, davranış, eğitim düzeyi, başarı seviyesi ve insanlığın huzurlu bir şekilde yaşayabilmesi için sağlayacağı katkılarla, İslâm dininin barış dini, Müslümanların da birer barış elçisi olduğunu ispat etmek durumunda oluşları,
- Cep telefonu, televizyon, internet ve tüm sosyal ağların olumsuz etkilerinden korunma hususunda, toplumun ciddi anlamda desteğe ihtiyacının varlığı kabul edilmelidir.
Bu noktada veliler ve eğitimcilerin, hayat tarzı ve davranışlarıyla gençlere güzel birer örnek olarak daha faydalı olmalılar.
Çocuğun içinde yaşadığı aile, eğitim kurumları ve arkadaş ortamının, gelecekteki inancıyla ya da inkârıyla çok yakından ilgisi vardır. Küçük yaştan itibaren evinde anne-babası, okulunda öğretmenleri tarafından İslami hassasiyetler temel alınarak sevgi, ilgi ve şefkatle yetiştirilip eğitilmeyen, kafasına takılan bazı sorular büyükleri tarafından münasip bir şekilde çözüme kavuşturulmayan, arkadaş çevresi kontrol altında tutulmayan çocukların, ileride bir takım inkârcı akımların tuzağına düşmesi kuvvetle muhtemel.
Bu yüzden herkes üzerine düşen vazifeyi yapmalı.
Huzur ancak İslâm’dadır. İnsanlık inkârla hiçbir zaman huzura erişememiştir ve erişemeyecektir.
Yorumlar