ÖZGEÇMİŞİ VAR, ÖZ’Ü YOK

ÖZGEÇMİŞİ VAR, ÖZ’Ü YOK
SERKANT DERVİŞOĞLU

Üzerimize yüklenen ağır sıfatlar altında ezilirken, “Bu kadar bilgiyle ne yapacağız?” sorusu da bir o kadar yorucu oluyor. Modern çağda bitmek tükenmeyen istekler içinde, senden bir şey yapmanı
istediklerinde “şunları bunları biliyor musun?” diye soranların ve bakanların beklentileri ile isteklerinin ne olduğunu kendilerinin bile bilmediği bir ortamdayız.
Sen önce kendi beklenti ve isteklerine hâkim misin ki, bunları istiyor ya da dikkat ediyorsun, küçükprens?
Efendim, hoca dediğin profesör olacak, en az üç yabancı dil bilecek… Bunlar da yetmez; hangi üniversitede okumuş, illa orası olacak! Sanane be adam, sen ne öğrenmek istiyorsun, sadede gel!
Yoksa “ben şöyle birinden ders alıyorum” ya da “sohbet ediyorum, arkadaşım” demek için mi soruyorsun?
O kişinin namazı sana ne fayda sağlar ki? Kâbe’ye kitap taşıyan eşekleri de gördük. Demek ki hacı öyle olunmuyormuş, değil mi?
Elbette bilginin, eğitimin, araştırmanın, göz nuru dökülerek okunmuş kitapların ve fedakârlıkla geçen onca zamanın kıymetini küçümsemiyorum.
Fakat başka bir şey söylüyorum.
İki farklı taraftan bakıyorum:
Bir, emeğini verip gözlerini ve bedenini hırpalayarak zamanla kazandığın değerin esiri, kölesi olmaktan bahsediyorum.
İkincisi, bu kadar bilgiye gerçekten ihtiyacı olmadığı hâlde, olur olmaz şeyler için “şu belge lazım, bu yeterlilik olmalı” diyen şuursuzlardan… Safi lafazanlık anlayacağın, küçük prens.
İnsanın kendisini bilmesi ne kadar önemli, hakikaten. Sürekli ikna olmak ve iman etmek için delil araman mı gerek? Yoksa kalbinde hiç şüphe olmadan iman etmek mi?
Eskiden bir mesele konuşulduğunda, çok bilen biri bir yanlışı düzeltmek isterken konu “sidik yarışına” dönerdi.
Sonunda konu öyle hararetlenirdi ki, artık mesele önemini yitirir, herkes “ben haklıyım”a giderdi. 
Siyasetçilerin durumu gibi…
Kazananı belli olmayan bu kavgadan bedenlerimiz yenik düşüp sakinleştiğinde “neydi konu ya?” dediğim çok olmuştur. Çünkü daldan dala atlayıp rakibini en güçlü olduğun yere çekmeye çalıştığında,
ana mevzu tuzla buz olur, cam gibi kırılır. 
Artık kimsenin işine gelmez o dağılmış hâli toparlamak. Nice kutsal mesele benlik davası yüzünden helâk olmuştur.  Konu helâk olmaz ama biz helâk oluruz, o kesindir.
Gönülden konuşmanın, gerektiği kadar aktarmanın; ulu orta değil, zamanı geldiğinde paylaşmanın, zorlamadan akmasının değeri… O kutsal anın gereği olarak bilmek ve paylaşmak, bu kadar değil mi
zaten?
“Ağızdan çıkan her söz, kalpte pişmeden çıkarsa çiğ olur; yiyen de söyleyen de hasta olur.”
— Hz. Mevlânâ
Bazen gerçekten böyle düşünüyorum. Çok fazla bilgi var ve o kadar çok kişi konuşuyor ki, bu bilgi yoğunluğu bir hastalık gibi yayıldı. İnanılmaz yorucu olmaya başladı.
Efendimiz (s.a.v.) ne büyük bir varlıktı! Hiçbir şey bilmiyordu ama her şeyi biliyordu. Sapa sağlam duruyordu yerinde. Okuma yazması yoktu.
Sanmayın ki o dönemde de insanlar “özgeçmiş” istemiyordu; bu konuda bile onu küçük gördüler, kendi zanlarınca aşağılamaya kalktılar.
Bugün birimizin başına gelse kolay kaldırabileceği bir hadise değil.
Bir kişiden değil, büyük bir topluluktan yedi bu linçi; akrabaları, arkadaşları, komşuları — kırk yıldır
tanıdığı insanlar — tarafından deli gözüyle bakıldı.
“Ne saçmalıyor” bakışını bilirsin.
Yokmuş gibi davranıldı, girdiği meclislerde laf sokuldu, hakaret edildi.
Yüzüne tükürüldü, çocuklara taş attırıldı.
Karısına iftira atıldı, dostlarına işkence edildi, öldürüldü.
Büyük haksızlıklara uğradı.
Ama o, sapa sağlam duruyordu yerinde.
Çok cesurdu.
Şimdi okurken inanmayan arkadaşlar olabilir. Onlar da, bir insanın başına gelen hadiseler gibi düşünebilir.
Ya da yakın tarihten, kılıçsız mücahit Gandi gibi bazı yönlerden benzetebilir.
Hepimizin başına bunlar gelebilir. Allah’tan hepsi bir anda gelmiyor. Ama gelirse, bizi pişirmek içindir.
Şimdi bu mübareklerin nasıl bir kök salıp bütünleştiklerini görüyorsun; hiçbir şey onları yıkamıyor.
Modern hayatın para eden sıfatlarının hiçbiri üzerlerinde olmasa bile, hayata kök salmış ve koca bir çınar gibi gökyüzünü sarmışlar.
Çok şükür ki biz de onların gölgesinde oturup serinliyor, kendimizi güvende hissediyoruz hâlâ.
“Söz Hak’tan gelirse gönülleri diriltir; nefsin dilinden çıkarsa gönülleri öldürür.”
— Mesnevî-i Ma‘nevî

Yazıyı Beğen :     1
Paylaş :