MUTLAK DOĞRUNUN ÇELİŞKİSİ

MUTLAK DOĞRUNUN ÇELİŞKİSİ 
HATİCE FAHRUNNİSA

Hepimiz, zaman zaman haklı olduğumuza inanmak isteriz. Eğri oturup doğru konuşalım.  Belki de bu şekilde düşünerek kendimizi  benliğimizin bütünlüğünü korumak, kararlarımızın doğruluğunu ispat etmek ve çevremiz üzerindeki etkimizi artırmak açısından güvenceye alırız. Hepimizin kendimizi haklı zannettiğimiz zamanlar vardır. Bu normaldir de. Fakat Seneca’nın dediği gibi sonunda fark ederiz ki kendini haklı görenin gözleri öğrenme kapısını kapatan ilk organdır. O yüzden kendi akılsızlığına kılıf arayan haklılığını savunur derim ve kendimizi şöyle bir gözden geçirmek lazım geldiğini de vurgulamak isterim.
Bazılarımız için haklılık bir inançtan öte hayatlarını üzerine inşa ettikleri bir zırha dönüşmüştür. Onlar, en büyük yargıçları ve aynı zamanda en becerikli avukatları olarak, kendi mahkemelerinde daima beraat ederler. İşte bu durum, kişiyi mutlak doğruya ulaştırdığını düşündüğü bir inanç sarmalında hapseden, kaçınılmaz bir çelişkiyi doğurur.
Bu "Ego Mimarı", dış dünyadan gelen her türlü geri bildirimi, kendi haklılık yapısına tehdit oluşturup oluşturmayacağı süzgecinden geçirir. Eleştiri, doğal olarak, bu süzgecin en büyük düşmanıdır. Bir başkası onun bir hatasına işaret ettiğinde veya söylediğinde tepkisi sadece savunmayla sınırlı kalmaz. Aksine, enteresan bir anti-tez makinesi olarak çalışmaya başlar. Söyleneni çürütmekten ziyade yalnızca kendi pozisyonunu daha da güçlendirecek bir argüman inşa eder durur.
Bu durum, sürekli kendini ikna etmek için derin bir bilişsel çarpıtma sanatını bilmelerini gerektirir. Böyleleri sadece kendi haklılığını destekleyen kanıtları hatırlar ve toplar. Bir nevi  onay yanlılığıdır bu.
Örneğin bir istişarede başarısız olunduğunda  “Eğer benim söylediklerimi yapsaydı sonuç mükemmel olacaktı,” gibi bir çıkarım yapar. Oysa başlangıcındaki kendi riskli kararını ise tamamen göz ardı etmiştir.
Başarısızlıkları ve yanlış kararları ise hızla rasyonalize edilebilir. "Şartlar olgunlaşmamıştı," "Diğerleri yeterince anlamadı," ya da en klasiği, "Amacım iyiydi." Sorun asla metotlarında ya da kararında değildir. Her zaman dış etkenlerden gelen sorunlarla uğraşır dururlar.
İşin en trajik yanıysa, bu kişinin gerçekten haklı olduğuna inanmasıdır. Bu bir manipülasyon değil, bir öz yanılsamadır. Yıllar süren bu zihinsel pratik, iç sesini öyle güçlü bir yankı odasına dönüştürmüştür ki, mantığın fısıltıları veya empatinin sesi bu gürültüyü aşamaz. Haklılık, onun için bir konfor alanı, dünyayı öngörülebilir kılan bir matematiksel formül haline gelmiştir: Oysa haklılık daima doğruluk getirmez.
Haklılık zırhı, onu dış dünyanın tehlikelerinden korurken, aynı zamanda etrafına aşılmaz duvarlar örer. İlişkileri, sürekli bir güç mücadelesine dönüşür. Çünkü gerçek bir ilişki karşılıklı teslimiyet ve hata yapma izni gerektirir. Ego'nun Mimarı ise teslim olamaz. Teslimiyet yapısının temeli olan mutlak haklılık ilkesi yıkılıverir çünkü.
Sonuçta çevresindeki insanlar ya onun haklılığını onaylayan figüranlara dönüşür ya da yorulup sessizce uzaklaşır. Zira, duvarın ardında duran bu kişi tartışmaları kazanabilir evet. Ama ilişkilerini ve samimiyetini kaybederler.
Aslında bu durumun en büyük paradoksu haklılık arayışının kişiyi gelişmekten ve kendini bilmesinden kendini alıkoymasıdır. 
Gelişmek hata yapmayı ve bu hatayı kabul etmeyi gerektirir. Oysa kendi haklılığına ikna olmuş biri için hata diye bir kavram yoktur. Sadece henüz tam olarak anlaşılamamış doğru kararları vardır. O yalnızca anlaşılamamıştır.
Aslında en çok ihtiyaç duyduğu şey  zırhını çıkarmak ve dışarıdan gelen sesi bir tehdit olarak algılanmaması hatta bir farkındalık fırsatı olarak görmektir. Ancak o omuzlarındaki haklılık yükünün ağırlığı altında ezilirken bile bunu bir güç gösterisi sanmaya devam eder.
Kendini haklılığına ikna eden kişi tüm yaşamını  bir kanıtlama faaliyeti olarak yaşar. Ve bu kanıtlama faaliyetinin sonu ne yazık ki büyük bir yalnızlık ve öğrenme yetisinin kaybından başka bir şey değildir. Zırhı onu korur. Ama aynı zamanda parmaklıklar ardına  da hapseder. 
Ah bir kez kendine yanılma ve haklı olmama izni verse zırhı çözülüverecektir. 
Bir an gelir ki, omuzlardaki haklılık yükünün ağırlığı, zırhın koruyuculuğunu gölgede bırakır. Kişi, zırhın koruma sağlamaktan çok, kendisini yaşamın gerçek sıcaklığından, samimiyetinden ve en önemlisi kendi özünden izole ettiğini fark eder. Bu  mantıkla değil, derin bir yorgunluk hissiyle gelen sarsıcı bir farkındalıktır. O meşhur "haklılık" uğruna ödenen bedelin yani yalnızlığın ve sürekli savaş halinde olmanın maliyetinin çok ağır olduğunu anlar.
Kendine yanılma iznini verdiği o ilk an, zırhın ilk halkası çözülür. Artık eleştiriyi bir tehdit değil, bir ayna olarak görmeye başlar. Başkasının sözündeki haklılık payını ararken, kendi iç sesinin yankı odasını yavaş yavaş sessizliğe kavuşturur. Bu sessizlik, ilk başta korkutucudur çünkü alıştığı o gürültülü öz savunma mekanizması artık yoktur. Ancak zamanla bu sessizliğin içinde daha önce duymadığı bir ses keşfeder: Empatinin ve hakikatin sesi.
Bu dönüşüm onu "mutlak doğru" iddiasından "denge" arayışına taşır. Artık hayat  kanıtlanması gereken bir tez değil  keşfedilmesi gereken bir deneyimdir. Başkalarının fikirlerine alan açtıkça kendi pozisyonunu terk etmenin zayıflık olmadığını aksine büyük bir iç güç ve özgüven göstergesi olduğunu anlar. Yanlış kararlarını bir utanç kaynağı olarak saklamak yerine onları kişisel gelişiminin mihenk taşları olarak kabul eder.
Haklı olma ihtiyacının yerini artık anlama arzusu almıştır. Zırhından sıyrılan bu kişi dış dünyayla savaşmayı bırakır ve nihayet kendiyle barışır. Artık ne bir yargıç ne de bir avukat olmaya çalışır. Sadece hatalarıyla ve erdemleriyle bütün, gelişim yolculuğunda olan sade bir insan olmayı kabul eder. 
Artık "haklıyım" diye bağırmayı bırakıp sadece insanım dediğimiz o yer var ya? İşte orası,  zırhımızın bize  asla veremediği o eşsiz huzurun ve gerçek doygunluğun adresi olduğunu keşfederiz. Ve zırhımızı çıkardığımızda Allah'ın en büyük lutfu olan sahici ve sade bir yaşam bizi bekler. 
 

Yazıyı Beğen :     0
Paylaş :