KENDİNİ BİLMENİN AŞAMALARI
Yaşadığımız olaylar esnasında farkındalığımızı ve dengemizi yitirdiğimiz zamanlar olur. Duygularımıza anlam veremediğimiz, kendimizi göremediğimiz bu vakitlerde yapmamız gereken ilk şey biraz nefes alıp biraz durmaktır. Durmak, içinde bulunduğumuz duygu durumunun ne olduğunu gözlemleyerek sakinleşmemiz demektir. Zamanın farkındalığını kavramamız gerekir. Çünkü her hâlin, her olayın kendine ait bir zamanı vardır. Bu zaman diliminde o algının dengesini yerine getirmekle yükümlüyüz. Anda kalmak, olayı sessizce izlemek ve tepkisizlikten ziyade, aynı zamanda bir tür değerlendirme yapmak ve doğru davranışı da sergilemektir. Bu farkındalığı kaçırdığımızda ne o anın hakkını vermiş oluruz ne de doğru fiillerin açığa çıkmasını sağlarız. Bunun için kişinin kendisini gözlemlemesi, farkında olması ve tanımlaması gerekir.
İnsan, Allah’ın isim ve sıfatlarının taşıyıcısı, hamilidir. Varlığı da bu isim ve sıfatların terkibinden oluşur. Miktarını bilemeyeceğimiz kadar terkip kombinasyonu vardır ve hepsi birbirinden farklıdır. Tıpkı her insanın parmak izlerinin birbirinden farklı oluşu gibi. Bunlar bizim değişmeyen fıtri yâni doğal özelliklerimizdir. Muhîddin Arâbî Hazretleri bu özelliklere ayan-ı sabite der. Bunlar bizim potansiyelimizdir.
Allah’ın sıfatları insanda açığa çıkmalı ki, Allah’ın bilinmeklik muradı gerçekleşsin. Allah’ı tanımamızı sağlayan isimler insana Allah’ın dilediği bir miktarda lütfedilmiştir. Kapasitelerini, potansiyellerini bu şekilde oluşturmuştur. Bunu âyetinde; “Allah, seni yaratıp sana şekil veren, seni düzgün ve ölçülü kılan, istediği şekilde seni terkip edendir.” (İnfitar, 7-8) şeklinde belirten Rabbimiz ölçülü olan bu güzel terkibin dengeli bir şekilde bizden açığa çıkmasını ister.
Şeyhü’l-Ekber Muhiddin Arabi Hazretleri Fütuhat isimli eserinde şöyle der; “Şüphe yoktur ki, isimlerden birinin egemenliği altındasın ister bunu bil ister bilme ister bu ismin müşahedesine vakıf ol ister olma. Çünkü seni hareket ettiren, durduran veya renklendiren ve yerleştiren isim sana diyor ki; “Ben senin ilahınım”. Bu sözü doğrudur. Senin de ; “Allahü Ekber!..” demen gerekir.”
Sayısı 99 olan İlahi isimlerden 49’nu niteleyen sıfatların insanda yâni bizde açığa çıkması gerekir. Üzerimizde tecelli etmeyen isimler eksik algılarımızı, anlayışlarımızı ve fiillerimizi oluşturur. Bu 49 esmânın tamamı yine de bizim için imtihan alanı değildir. Biz eksik algımız sebebiyle yanlış ve hata da yapsak bile Allah rahmeti ile bu anlayışlarımızı affeder. Nitekim Allah şu âyetle bize bunu ifade eder; “Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizin yaptığı işler yüzündendir. O, yine de çoğunu affeder.” (Şura, 30)
Önemli olan en çok yanlış düşünce ve algı hatası ile davranışa dengesiz olarak çıkarttığımız esmânın hangisi olduğuna bakmamızdır. Bunlar yaşamımızın hangi alanında zuhûra geliyorsa (Aile, eş, kardeş, arkadaş vs.) Rabbimiz bizi o yanlış algımız ile sınıyor demektir. Yapmamız gereken şey kendilik bilinci kazanarak bu yanlış algı ve anlayışımızı düzeltmek ve bu sınavı doğru biçimde geçmektir.
Yeri gelmişken önemli bir bilgiyi burada verelim. Eksik anladığımız ve kendimizde tezahür ettiremediğimiz esmâ bizim İsm-i Azâm’ımızdır. Bu İsm-i Azâm kişinin kendisine özeldir. Yâni herkes için farklıdır. Kişi kendisine has olan İsm-i Azâm’ını öğrenip ortaya çıkardığı eksikliklerini tamamladığında muhteşem bir şey olur. Kişi kendisinin en büyük potansiyelini yâni hayat enerjisini açığa çıkarmış olur. Bunu başaran kişi evrene gönderiliş gayesinin yolunu bulan ve Cenâb-ı Hakkın kendisinden istediklerini fark edip bunları yerine getiren kişidir. Artık o kişi dünya hayatını istenen amaca uygun yaşayan kişidir. Üretendir. Paylaşandır. Kendisinden faydalanılandır. Amaçsızlık ve hedefsizlik girdabından kurtulmuş, kendini bilmiş, Hakkı bilmiş, Allah’ın tüm evrendeki zuhurunu görerek herkese ve her şeye şefkâtli davranan ve onlara yarar sağlayan kişi olmuştur.
99 esmâ’dan geriye kalan 50 isim ise gösterdiğimiz samimi gayretin bir sonucu olarak merhametlilerin en merhametlisi olan Allah tarafından bize lütfedilir. Bu, Allah’ın rahmetinin gazâbını geçtiğinin de fark etmemiz gereken bir göstergesidir.
Biz insanoğlu tüm dengesizliklerimizi 49 esmâ alanında yaparız. İfrat ve tefrit hâllerimizi oluşturan yanlış algılarımız, manasını açığa çıkaramadığımız isimler bu alanda olur. Rabbimiz bunları itidâl olarak tarif ettiğimiz dengeye kendimizi getirebilmemiz için çeşitli olaylarla karşımıza çıkan bir sınav alanı yapmıştır. Bu, rahmetinin bir gereğidir. Bizden istenen farkına varıp, tövbe etmemizdir. Yâni yanlış algıları, fiilleri terk edip dengeye gelmemiz...
Bir örnekle konuyu açalım. El Metin esmâsı bir kişinin imtihan alanında ise, yâni o esmâ onda vardır ve tecellî ediyor demektir. Nefsin karıştığı hisleri ve yanlış algılarından dolayı açığa çıkaramıyor, idrak edemiyor olabilir.
Metîn esmâsının Allah açısından manası; gücü yeten, kuvvet ve kudrete sahip demektir. Kul için manası ise, maddî ve manevî dayanıklı, sağlam ve irâdeli olmaktır. Konunun anlaşılması için biraz daha irdelersek kişi altından kalkılması güç bir olay ile karşılaşınca şu üç hâlden birini sergilediğini görürüz;
1-Zayıflıkta kalacak, eli ayağı titreyecek, telaşeye, korkuya düşerek ne yapacağını bilmez konumda kendini çaresiz hissedecektir. Bu, tefrit hâl davranışı sergilemektir.
2-Ümidinde aşırıya kaçacak ve bunun bir neticesi olarak vurdumduymaz davranacaktır. Bu ifrat hâl davranışı göstermektir.
3-Gücün ve kudretin Allah’tan geldiğini bilip, O’nun verdiği irâde ile metânetli davranıp karşılaştığı can sıkıcı olaya çözüm arama yoluna gidecektir. Bu ise itidâl dediğimiz dengede davranış hâlini ortaya koymaktır.
Kişinin kendini tanıması sadece bedenini tanıması anlamına gelmez, duygularını, düşüncelerini ve buna bağlı olarak ortaya koyduğu tepkilerini tanıması demektir. Bu ise böyle olayları yaşaması ile gerçekleşir. Hangi yaşam alanımızda, hangi olaylara nasıl tepkiler verdiğimizi gözlemlememiz bu sebeple çok önemlidir
Peki, nereden başlamalıyız? Hayatımızı Kur’ân’a göre düzenlemeye çalışarak ve Resûlullah (sav) Efendimizin örnek yaşamına tanımlar yaparak başlayabiliriz.
İtidali yaşayan insan, olayları zaman aynasında gönül gözü ile inceler ve Hakkın rızâsına göre değerlendirip açığa çıkartır. Buna ümmi okuması denilir.
Karşılaştığımız her olay bize bazı duygular hissettirir. Örneğin, sokakta yağmur altında ıslanan bir kedi yavrusunu görünce yüreğimiz titrer. Acıma hissimiz ile ona süt ve mama alırız. Belki evimizin bir köşesinde konuk ederiz.
Bir kavga esnasında sinirlenebiliriz. Yahut tuttuğumuz takımın kaybettiği maç sonrasında üzülebiliriz. Ardımızdan söylenen hoş olmayan sözler duyduğumuzda üzülebiliriz. Bir işte başarı kazanırsak gururlanabiliriz. Çok sevdiğimiz ve uzun zamandır görüşemediğimiz bir dostu gördüğümüzde sevinçten havalara uçabiliriz.
Hangi duyguyu yaşıyorsak önce durup “ben ne hissediyorum?” diye kendimize sormalıyız. İtidâlde olup olmadığımızı kendi üzerimizden gözlemlemeliyiz.
Bunu sormak, her şeyden önce kendi öz şefkâtimizle ilgili bir durumdur. Haklı olduğumuz olaylar karşısında “ben haklıyım” diyor olmamız Allah’ın istediği ölçüye uygun olduğumuz yâni Hak’la davrandığımız anlamına gelmez.
Haklı iken susmak da doğru değildir ve nefse zulümdür. Olayların gidişatında hakkı gözetip adâleti ortaya koymamamız nedeniyle karşımızdakilere de yaptığımız haksızlıktır.
“Ben ne hissediyorum” tanımını sağlıklı yapabilmemiz için durulmaya ihtiyacımız var. Bize lâzım olan yanlış yönlendiren duygulardan ve bizi şüphe kuyusuna atan vesveselerden sıyrılıp kendimizi görmek ve olayları doğru okumaktır. Durmak, susmak veya hiçbir şey yapmamak değildir. Nefsimizin hareketliliğini yavaşlatmak, kendimize bir an için dinginlik sağlamaktır.
Sinirlenen kişinin o an aklı perdelenir. Bu sebeple verileri doğru değerlendiremez ve düzgün düşünemez. Bu durumda da kendini göremediği için davranışlarını okuyamaz. O yüzden o sırada ne yapıyorsa bırakıp farklı bir harekette bulunmalıdır. Dikkatini öfkeden farklı bir yöne kaydırmalıdır. Peygamberimiz (sav) “Sinirlenen, ayakta ise otursun. Öfkesi geçmezse yan yatsın.” (Ebu Davud) buyurarak bizlere bu konuda yol gösteriyor. Yine sinirlerin yatıştırılması için abdest almamız gerektiğini vurgular.
Ayakta iken intikam davranışı göstermek yahut sinirliliğin verdiği sahte güçle istenmeyen hareketler kolay olduğundan bundan kaçınmak gerekir. Oturunca öfke azalır, yatınca daha da fazla söner. Çünkü kan basıncı düşmeye başlar, soluğu yavaşlar, tansiyon dengelenir ve terleme kesilir. Ancak bu dinginlik sağlanabildiğinde kişi kendi normal görüşüne dönebilir. Kendisini sinirlendiren olay hakkında veriye dayalı doğru yorumlar yapar, kendisini gözden geçirir. Çözüm bulma süreci kişinin kendisindeki yanlış algının görülmesi ve bunun gereğini yerine getirmesi ile son bulur.
Bir başka örnekle konuyu biraz daha detaylandıralım. Büyük bir hayal kırıklığı yaşamış olabiliriz. Beklentilerimizin ve isteklerimizin olmaması sonucunda içine düştüğümüz üzüntü bizi öfkelendirebilir. Kabuğumuza çekilip tamamen çevremizle olan iletişimimizi de kesebilir. Genellikle bu mükemmeliyetçi insanlarda görünen bir duygu-durumdur. Bu hâli bir yenilgi olarak görmemeli, bir başarısızlık olarak ele almamamız gerekir. Kendimizi ya da bir başkasını suçluyor olmak, kızgınlıkla tepki vermek olaya çözüm kazandırmaz. Başka yöntemler denemeli ve yeniden başlama gücünü içimizde aktive etmeliyiz. Buradaki kritik nokta her ne olursa olsun kendimize karşı gerçekçi olmalı, olayı kabullenerek çözüm için ilk adımı atmalıyız.
Hayal kırıklığı yaşamak bizim kaybımız değildir, ancak sonucunda yanlış bir davranış sergilemek kayıp olabilir. Bu durumdaki tutumunuzun itidâl dediğimiz dengesi ne kadar sakin olduğumuz ile doğru orantılı olacaktır.
Hz. Mevlâna ne güzel söylemiş durulmak ile elde edeceğimiz nimeti; "Gönül şehrinin suyunu bulandırma ki, orada ay ve yıldızları dolaşır hâlde göresin! Çünkü insanlar, ırmağın suyuna benzerler; su bulanınca, dibini göremezsin! Irmağın dibini ara; dibi mücevherlerle, incilerle dolu!"
Gönül bir deryaya benzer. Ayna misalidir bu derya durgun olunca. Gökteki ay; düşünce ve niyetlerimizi temsil eder. Güneş ise inancımızın simgesidir. Gönül deryamıza aksini bırakır. Bu yüzden başka yerlerde ve kişilerde değil kendimizde aramamız gerekir suyun yansımasında neler gördüğümüzü.
Evrende var olan her iyiliğin her güzelliğin potansiyel olarak kendimizde bir karşılığı vardır. Kişi bunu fark ettiği zaman, vicdanın sesi onu doğru yola yâni dengeye sevk edecektir. İnsanda bir nehir gibi çağlayan Muhammedî biliş vardır. Mevlâna Hazretleri bu bilişi inci mercana benzetir ve suyu bulandırmamızı ve ırmağın dibini görmemizi ister.
William James isimli ünlü bir filozof dinginliği "Söz konusu olan sadece, sıkıntılı ve bencil egomuza, çok daha büyük bir benliği keşfetmesi için biraz dinlenme sağlamaktır..." şeklinde tanımlar. Bu tanımla alt benliğimiz yâni egomuz ile üst bilincimizi ayırabilmek için biraz dinlenmeye ihtiyacımız olduğunu dile getirir.
Üst bilinç, hayal gücü, empati ve tarafsızlığın merkezidir. Bu bilinçli zamanlarda egosal isteklerimizi serbest bırakıp, daha az önyargılı ve daha çok evrensel bakış açısına sahip oluruz. Bu durumda zihin kendi çıkarlarının ve ihtiraslarını bırakmıştır. Merhamet dolu olur başkalarını daha çok düşünürüz.
Özetleyecek olursak, kişinin kendisini bilmesinin üç önemli aşaması vardır.
Birinci aşama; insanın kendi duygularının ve düşüncelerinin farkındalığıdır. Aklımızdan geçenlerin ne kadar farkındaysak, yaşamda sergilediğimiz davranışların da o kadar bilincinde oluruz. Bunun sağlamak için sükûnun gerekliliğini bir kez daha vurgulayalım.
İkinci aşama; inen ilk âyet “Rabbinin adı ile oku” emr-i ilahîsinin düstur edinerek kişi kendisine özel esmâ’ları tanımlamasıdır. Konuyu bilenlerden destek almalıdır kendisi vakıf değilse.
Üçüncü aşama; mağrifet bilgisi olarak itidâli yâni denge davranışını kendi hayatımızda sergileyip, Allah’ın bizler için murat ettiği kâmil insan seviyesine erişmektir.
Yorumlar