EBRULİ
EBRULİ
SEVAL YILMAZ
İnsanın dünyaya geldiğinde yazılmaya hazır beyaz bir sayfa gibi tertemiz olduğu söylenir hep. Daha sonra annesi, babası, ailesi, sosyal çevre ve içinde bulunduğu fiziki koşullar bu sayfayı yazar, çizer ve böylece onu şekillendirirmiş. Fakat ben yine insanın tam anlamıyla mutedil bir hal üzere dünyaya geldiğini düşünüyorum. Bu tespitimi bir bebeğin çevresindeki yaşça yetişkin insanların fıtrata aykırı davranışlarına hayret içinde gösterdiği şaşkınlık ifade eden tepkilerden çok iyi gözlemleyebiliriz. Dünyayı ve hayatı yenice anlamaya çalışan bu minik bireyi kendi haline bıraktığımızda ise bize nasıl da koşulsuzca ve sorgulamadan sıcacık sarıldığını görür, gözlerimizi kapatıp bu şefkat denizine kendimizi rahatça bırakıveririz. Bu dinginlikte sadece bizi değil sanki derinlerimizdeki o masum çocuğu bulup da onu bağrına basarmış gibi hissederiz. Ya sonra… böyle cömertçe ikramda bulunan bu huzur elçisi bizi rahatsız etmiş gibi irkilir ve onu terbiye (?!) etmek için hep beraber el ele verip mücadele etmeye başlarız, ne garip değil mi?
Hayat bizi çekip çevirirken o en baştaki tertemiz sayfada artık farklı renklere de yer açılmaya başlamıştır. Mesela ilk alınan nefes ile artık dokular oksijen ile buluşur ve böylece ilk mavilikle tanışır insan. Her bir nefes alıp verme hamlesi ile hücreler harekete geçtikçe hayata dair heyecan daha da artar. İşte bu ilk nefes itibariyle insanda hayatta kalması ve kendini gerçekleştirmesine dair tutkulu bir istek hâsıl olur.
Eskiden bazı rüyalarımda son derece engebeli ve meşakkatli yollardan koşarak kaçmakta olduğumu görürdüm. Rüyanın devamında ise tüm yollar biter ve zirvelerdeki bir uçurumun kenarında kalakalırdım. Sonrasında ise hep aynı sahneyi yaşardım; kendime “Bu yaşadığımın bir rüya olduğunu hatırlatarak bu uçurumdan kanatlarımı çırparak atladığımda uçabileceğimi; korkmamam gerektiğini ve eğer düşersem uykudan uyanacağım için bir zarar görmeyeceğimi” telkin ederdim. İşte o noktada bütün mesele tüm korkularımı bir kenara iterek gövdemi serbest bıraktığımda kanat çırpmak konusunda o ilk hamleyi yapmaktı. Tabii ki kaçtığım konuların beni yakalayıp yutması ihtimalini düşününce daha fazla pazarlık yaparak oyalanmadım hiç. Karşılaştırmam gerekirse rüyamda o masmavi gökyüzünde kendi kanatlarımla ve bana gönderilmiş o latif esintiyi destek alarak uçarken yaşadığım sürur ile gerçek hayatta eyleme geçmenin süruru aynı ayardadır. Ne zaman kanat çırpmaktan yorulup yüzeye yakınlaşacak olsam bir gayret göstermemin karşılığında on kat hız ve kolaylıkla mesafe aldım.
Çoğunlukla eyleme geçmek için bir kıvılcıma ihtiyaç duyarız. Bu bazen bir fikirdir, bazen de karşılaştığımız eski bir dost ile gerçekleştirdiğimiz kısa bir sohbet ya da hiç beklenmedik bir anda kendimizi içinde bulduğumuz bir olay olabilir. Hâlihazırda içimizde bu kaynak mevcuttur fakat tutkularımız ile ilgili ifrat hali üzerinde iken içine düştüğümüz hırs ateşinde kavruluruz da bizimle birlikte hayatımızdaki insanlar ve diğer canlılar da inşa ettiğimiz cehennemden nasibini alır. Bu kızıllığa gömülen yer gök her işi bırakır da telaşe girdabına çekilmeden selamete erişmek için çabalar.
Bu halin diğer tehlikeli ucunda ise tefrite düşüp bir kıvılcım dahi bırakmaksızın hayata dair tüm enerjimizi yok edebiliriz de. Sözgelimi duygularımız ve hayattan beklentilerimiz hakkında zihnimizde oluşan ve asla eyleme dönüşemeyen “Acaba” ile başlamış her bir sualin boynumuza takılmış birer tereddüt prangası halinde bizi kendisine köle ettiği de bir gerçektir. Esiri olduğumuz hiçbir suale ise asla gerçek bir cevap bulunamayacaktır.
İstek ve arzularını bir dengeye oturtmayı başaran insanda geldiği bu seviye adeta bir sloganda ifade edildiği gibi “Kızgın kumlardan serin sulara atlamak” gibi bir ferahlık hissine vesile olabilir. Uçsuz bucaksız, yemyeşil bir okyanusun kıyısında nefeslenmek gibi. Bu durumda dahi maalesef insanın duygusal savrulmalar yaşaması mümkün. Öyle ya, bahse konu uçsuz bucaksız o mavi/yeşilliklerde de zaman zaman çeşitli etkenlerle; çoğunlukla da bir enerji birikiminin patlak vermesi ya da çok ötelerden süratle geçen bir aracın etkisiyle devasa, hatta tsunami büyüklüğünde dalgalar oluşabiliyor maazallah. İşte kontrolsüzce açığa çıkan bu dalgalar ise hükmetme arzusundaki insanı pek korkutur. Zaten içinde yaşattığı ve hayranlık uyandırdığı kadar erişilebilirliği sınırlı olan şu su altı dünyasını tam olarak çözememişken, bir de kıyıda dahi kendini dalgaya kaptırma endişesi ile zihnindeki tanrıcık mücadeleye girişir. Bu durumdaki insanın dengeye gelmesi ne zordur.
İsteriz ki deniz hep durgun olsun, öyle ki altında olan biteni berrak bir şekilde görelim, tüm canlılar gelip bize suyun içinde yaşananlar hakkında sistematik olarak günlük rapor versin, suyun kendisinin tatlı ama şifasının tuzlu su olması gibi.
Lakin bu yeşilin dinginlik sunması ise muhatabının sunulanı kabul edebilme becerisi nispetinde oluyor.
Tecrübe edilen durum ne olursa olsun kişi nihayetinde toprak gibi sakince bağrına basarak, sevgiyle dinlendirdiği her bir deneyimi zamanı geldiğinde bir teşekkür misali filizlendirebildiği anda dünyanın en güzel renklerini gölgesine yakıştırmış demektir.
Bana gelince, bu aralar biraz ebruliyim.
Sağım solum da hiç belli değil hani. Bazen “Keşke görünmez olsam da kimse beni göremese” diye düşünürken bazen de engin bir okyanustaki tsunami gibi ortalığı kasıp kavuruyorum. Bazen oturduğum şu tepe(cik)ten şöyle bir bakıyorum da diğerlerinin disiplinsizlikleri beni çileden çıkarıyor. Haykırıyorum, herkesi hizaya dizmeye çalışıyorum, sonra bir bakıyorum ki ben o tepenin dibindeyim de başkası beni hizaya çekmeye çalışmakta. Biraz iyi bir iş başarabildiysem değmeyin keyfime, herkese “Böylesine harika ve başarılı olmanın” yollarını öğretmek için heyecanlanıp sabırsızlanırken, bir yandan da adeta başarılı olmaktan korkar oldum. Evet gerçekten de… bu aralar tam anlamıyla ebruliyim.
Peki ya sen…
Bu aralar senin rengin nedir hiç düşündün mü?
*Resim: Green Wheat Fields, Auvers (1890) Vincent van Gogh (Dutch, 1853-1890)
Yorumlar