GÜÇ BENDE ARTIK

GÜÇ BENDE ARTIK
SEVAL YILMAZ 

Dünyada amansız bir güçler savaşıdır almış başını gidiyor. “Hayat mücadelesi” diyerek maskelediğimiz, fakat aslında düpedüz bir “galip gelme” mücadelesidir bu. 
Sözgelimi aşk evlilikleri. “Elalem” bilirkişilerince sıkıca takip edilir. Söz ve nişan adı verilen süreç sonrası ve çileli bir “dünürler meydan muharebesi” sonucunda gelinin damadın ayağına indirdiği bir stiletto darbesi ile başlıyor. O da taraflar her şeye rağmen vazgeçmemişse tabii. Böylece galibiyeti ele geçirdiğini zanneden gelinin sonradan başına geleceklerden, başka bir deyişle bu darbenin bedelini nasıl ödeyeceğinden ise bîhaber olduğu da kesindir tabii.  Evlilik ise bir nevi her iki cepheden milletin (dünürlerin) gizli ya da açık düşmanlıklarını tescilleyen kadim bir anlaşma türü gibidir. Altın günü, bebek mevlidi, başsağlığı ziyaretleri gibi stratejik protokol toplantıları da “söz oklarıyla” gerçekleştirilen ara hücumlarla had bildirme ritüellerine dönüştürülerek “kimin güçlü olduğu” ara ara hatırlatılır. 
Ve böylece insan, bu örnekteki gibi pek çok sosyal alanda hayatı hem kendisi için hem de çevresindekiler için katlanılmaz hâle getirmeyi çok iyi başarır. Başarır diyorum çünkü her dem galip geldiğini düşünüp kendisiyle gurur duyar. Halbuki bu yanılgı içinde belirlediği kriterlerle kendi başına kurduğu ve kurguladığı bu ütopik paralel evrendeki gıdıklayıcı alkış seslerinin alaycı kahkaha seslerine dönüşmesi ise an meselesidir. Çünkü âleme fırlatılmış bir bumerangın dönüp dolaşıp fırlatana çarpması kaçınılmazdır. Derin ve tatlı hülyalardan acı verici şekilde uyandıran bu şiddetli darbenin kişinin kendi elinden çıkmış olması ise son derece ironiktir. 
Sonrası ise bitmek tükenmek nedir bilmeyen, hatta girdap misali gittikçe daha da içine çeken bir “kendine acıma” süreci. 
Herhangi bir alanda güç sahibi olduğunu düşünen kişi şunu bilmelidir ki, bizlere bahşedilen bu durum da bir anda yok olabilecektir. Her koşulda “nüfusuyla” arkamızda ya da yanımızda olduğunu düşündüğümüz “dayı”mız her an bir şekilde yitirilebilir. 
Çokluğuyla övündüğümüz, mevcudiyetleri ile kendimizi köy ağası gibi hissetmemize neden olan evlatlarımız elbet günün birinde kendi dünyalarına çekileceklerdir. Yakın çevremize göre âniden daha güçlü hissetmemizi sağlayan ve arkasına sığınarak yürekleri titretip incitmekten sakınmadığımız makam koltukları ise yine âniden sıradan birer sandalyeye dönüşebilir. 
Banka hesaplarındaki maddi kaynaklarımız, sıhhatimiz ya da karşı konulamaz güçteki cazibemiz... Hepsini kaybetmek “tüm hayatım kusursuzca kontrolüm altında ” diye düşündüğümüz bir zamanda, üstelik “üstün ve keskin zekâmızla” dahi öngöremeyeceğimiz şekilde açığa çıkabilecek anlık bir duruma bakar. 
Bizde mevcut olduğu için kendimizi güçlü hissetmemize neden olan şey ve durumlar aslında bazen sadece karşımıza oturtup insanlığımızı sessizce sîgaya çekmek için bahşedilmiş birer malzemeden ibarettir. 
Belki de asıl güç, hayatımıza eşlik edenlerin her birinin birer emanetten ibaret olduğunun farkındalığına erişmektir. Bu durumda yalnızca yokluk değil varlık da bir imtihandır, hatta farkına varılması zor olduğu için çok da tehlikeli bir imtihan. Bununla başa çıkmanın en zarif yolu ise vaktin dengesi olarak Jüpiter’in işaret ettiği gibi rızıklandırıldığımız hususta sergileyeceğimiz samimi cömertlik olsa gerek. 
Bu açıdan düşününce, “eşyaya hizmet etme köleliğinden” de âzâd olabileceğimizi düşünüyorum. 
Ne mutlu kalbi zengin olana. Zira kalp cömertliği ile insanın ruhunu saran huzur ve sürur tartışmasız paha biçilemezdir de belki akabinde sekîneye erişmek de daha kolay ve lezzetlidir.
Ne dersiniz? 

Yazıyı Beğen :     3
Paylaş :