HAYATIN ORKESTRASINDA AKORT
HAYATIN ORKESTRASINDA AKORT
SERKANT DERVİŞOĞLU
Hayat dev bir orkestra gibi adeta. Hani şu çok sesli olan. Herkes ayrı bir telden ve nefesten ya da vurmalıdan çalıp tek ve biricik olanı dile getirdikleri muhteşem harmoni.
Eğer müzikle pek ilgilenmiyorsanız, anlaması biraz zor olabilir veya hayranlık kısmını abartıyorum zannedebilirsiniz.
Tek bir beste var ama icra edenler farklı notalara bakarak ayrı sesler çıkarıyorlar. Bestekar her bir grup için ayrı besteliyor; yaylılar için ayrı, nefesliler için ayrı, vurmalılar için ayrı. Üstelik her bir enstrümanın kendi içerisinde farklı olanları da var. Mesela yaylılar kemanlar ayrı, viyolalar farklı, kontrbaslar ayrı; üflemeliler de keza aynı şekilde.
Artık nasıl bestelediyse mübarek. Tabii bu işle iştigal edenler pek şaşırmıyorlardır, ama bana muhteşem geliyor. Sonuçta orkestrayı dinleyince muazzam bir eserle karşı karşıya kalıyorsun; birçok duygunu harekete geçiren bir hadise.
Hayatta böyle değil mi? Yaratıcımız büyük eseri için muazzam bir görev dağılımı yapmış. İnkâr etsek de etmesek de yaptığımız işlere, hobilerimize, yaşam tarzlarımıza, karakterlerimize bakınca bizim için bestelenmiş senfonide ne çalacağımıza, ne zaman birlikte, ne zaman bir grup halinde, ne zaman susacağımıza kadar yazılı.
Susmak müzikte bir sestir ve besteye aittir; bestekarın sus dediği yer de mutlaka, ne kadar susmamız gerekiyorsa o kadar susulmalıdır ve müzikte önemli bir notadır. O yüzden nerede ne kadar susacağımız çok önemli, daha da önemlisi zaman.
Zaman, bir eserde hangi notanın ne kadar süre çalınacağıdır. Müzik heyetinde icra ederken, senin zamanı kaçırman bir notayı ya da notları hızlı veya yavaş, dörtlük, onaltılık, sekizlik gibi değerleri kafana göre çalman esere zarar verir ve ahenk bozulur.
Zaman için en önemlisi dedim, ama sanırım en ama en önemlisi akort. Senin akortun bozuksa, hepsine uysan da başka bir şey çıkar ortaya ve çok kötü sırıtırsın. Şefte canını okur. Bütün grup La sesini basarken, senin yarım ses aşağı ve yukarı basarsan ya da tam ses basarsan, yani Si veya Sol çıkarsa senden, demek ki evde yoksun.
Bu kadar ayrıntıyı neden anlatıyorum, müzik dersi vermiyoruz değil mi? Haklısın, ne diyeyim, ama hayat yukarıda dediğim gibi bir orkestra gibi. İnsan alemi anlayamıyorsa, gözlem yeteneği kaybediyorsa, kendinden uzaklaştığı ve fıtratına uymayan bir hayat yaşıyorsa; etrafa kötü sesler veren, onun için bestelenmiş eserden bir uzak yaşam seyrediyordur.
Kendini nasıl akort edeceğini bilmeden, nasıl bir ses çıkarıyorum demeden akortum doğru mudur umursamadan yaşıyoruz. Müzisyenler sürekli enstrümanlarının eline almadan önce akortuna bakar, sesler doğru mu diye; ondan sonra çalışmaya ve önüne konan eseri çalmaya başlar.
Peki, neye göre akort edeceğiz kendimizi?
Bir akort cihazımız var mı, yoksa gizemini saklayan Levh-i Mahfûz gibi bir şey mi?
Eskiden akort cihazları yokken müzisyenler diapazon denen bir metal kullanıyorlarmış. Belki de absolut kulağa sahip olan, yani doğuştan yetenekli olan seslere dokunur gibi temasa geçen büyük müzisyenlerin ağzından çıkan doğru sesi referans alıyorlardı.
Ama ben kendimi nasıl akort edeceğim, güzel soru. Bir de kendim hangi enstrümanım ki, ne çıkacak benden?
Cevap bilmiyorum, ama arıyorum. Siz de arayın. Neyim ben, nasıl akort edeceğim ve eser nerede nasıl çalacağım? Eseri hakkıyla bestekarın istediği gibi icra edersem ancak o zaman şahit olacağım. Sadece senin çalman da bir yere kadar; diğerlerinin de aynı şekilde çalması lazım. Sen sana ait olanı yaptın, ama diğerlerinin de senden farklı olmadıklarını anlaman gerek, farklı enstrüman çalsalar da. Onlarla beraber hareket ettiğini unutma. Muhteşem bir uyum olduğunu aklından çıkarmadan; koca eserde davulcu sadece bir dakika çalıyor belki ama sırası gelince.
Bir önemli hususu söylemeyi unuttum. Eser icra ederken kendi sesine ve önündeki notaya fazla kaptırmaman gerek. Çünkü kendini dinlerken etrafını da dinlemen gerekli; hatta şefe de bakman lazım, ne oluyor bitiyor diye. Ama karışmadan , müdahale etmeden…
Belki hızlanıp gidiyorsun veya yanlış çalıyorsun, yani şunu demek istiyorum en önemli akort cihazı dinlemek, gözlem yapmak olabilir. Kulak kabartman, senin kendine çekin düzen vermeni sağlayabilir. Yoksa kibirden geçilmez, akorun yok önündeki notaya kaptırmışsın bir yerde, notada kaybolmuşsun ve tek doğru o zannediyorsun. Ne fena değil mi, Küçük Prens?
"Küçük Buda" filminde Buda ismi bile çok güzel, değil mi? Uyanmak, idrak etmek, bilinçlenmek manası taşıyor. Neyse, bizimkisi ağaç kavuğunda oturuyor, derin meditasyon halinde sersefil bir görüntü, yemeden içmeden dünya işlerinden ultra soyutlama işlerine girmiş bir haldeyken, nehirden geçen bir kayıkta sitar çalan bir öğrenci ve hocasının konuşmasına keramet eseri kulak misafiri olur.
Hoca der ki, oğlum bak, bu sazı akort ederken teli fazla gevşetme; ses kötü çıkar, çok gerersen de teli kopar. Orta kararını bulursan, sesler muntazam ve güzel seda verir, der. Hz. Buda bunu duyunca yerinden fırlar ve yıllardır oturduğu riyazatını ve çileye soyulduğu ağaç kavuğundan fırlar; işte hayat bu, itidalli olmak, yani dengede olmaya çalışmak diye, sevinçten etrafta koşmaya başlar.
Bu sahne büyük bir hayat dersi içeriyor. Aynısı Hz. Peygamberinde kendi hayatlarında ultra abartı bir şekilde yaşam tarzını benimseyip hakkın rızasını kazanacağım diyen birilerine söylediği sözde muazzam. Bakın bende sizler gibiyim helal ve aşırıya kaçmadan yerim, çalışırım, eşlerimle de beraber olurum demesi ve onları bu tarz bir yaşam şeklinden uzaklaştırması da buna örnektir.
Kendimizi çok salmadan ve çok da germeden, bize bahşedilen notaları düzgün çalıp, bestekarın ne demek istediğini anlamaya çalışıp, şahit olma zevkine ersek. Akortu bozuk ayyaşın mahallede bağırarak nara atan avareler gibi hayatımızı heba etmesek, başkalarının yaşamlarına da zarar vermemiş oluruz.
Müzik zevk işi, huzur veren, müstesna doğa üstü bir hadise evrende, insanları bir araya getirebilen mucizevi bir olay.
Bu yolculuğumuza çıkarken, kendimize ve etrafımıza ne kadar eziyet etmeden keşfedersek, o kadar şanslı oluruz.
Haberiniz var mı? Sizin şehrinizde çok güzel bir dilber var! Akıl da onun yüzünden kararsız, gönül de!...
Herkese kendi kabiliyetine göre ondan manevi bir nasip var. Her insan ondan ruhani bir zevk duymada. Her bahçeye baharı gönderen O, çiçekleri gülleri açtıran O, bülbülleri terennüm ettiren O!
O'nun yüzünden her tarafta bir feryat var! Rüzgâr da onun yüzünden esip durmada, O'nun yüzünden her yolda bir toz bulutu yükseliyor.
O'ndan her kulakta hoş sesler var! Müzik var, ney onun yüzünden inliyor, rebab onun yüzünden ağlıyor. Her gözde ondan, O'nun yarattıklarından bir ibret var, hayranlık var, şaşkınlık var!
Ey hayatlarını kazanmak için uğraşan, didinen insanlar! Biraz da ruhlarınızın ihtiyacı için didinin, uğraşın! Bizim burada büyük bir işimiz, büyük bir vazifemiz var! Yarattıklarına bakarak yaratıcıyı düşünelim, ötemize geçirerek onu gönlümüzde arayalım!
Bir dost benim kimsesiz kalışıma acıdı da, gizlice kulağıma dedi ki: "Haberin yok mu? Burada gizlenmiş bir güzel sevgili var! O'nu arasana!"
O'nun bu müjdesinden, bu haber verişinden anlaşılıyor ki burada benim gibi zayıf gönüllü bir Aşık var!
Aslında o kendisinden elçi olarak gelmiş; kendinden, kendisinin varlığından haber veren de kendisi. O padişahın adeti bu! Hem kendini göstermez, hem kendinden haber verir.
Divan-ı Kebir Birinci cilt 188. Beyit
*Resim: “A Music Making Company” Joos van Winghe (Dutch, 1542-1603)
Serkant Bey, benzetmelerle gerçekleştirdiğiniz anlatım gücünüz, anlamları derinleştirişiniz ve okuyucuya sunduğunuz farklı perspektifiniz, yazılarınızı keyifle okumamı sağlıyor. Gönlünüze, elinize sağlık.