ŞAŞKIN SEYYAH

ŞAŞKIN SEYYAH 
SEVAL YILMAZ 

Çok kaygılıydı seyyah. Hiç dikensiz yol görmemişti ki ne yapsın. 
Nereye gittiğini bilmeksizin planladı da planladı. Kimsesi yoktu, sahipsizdi hatta... 
Daha doğrusu öyle düşünüyordu. 
Sonunda vakit gelip çatmıştı. Bir yandan kolundan tutup çekiştirirken diğer yandan da “Yeter planlayıp planlayıp beklediğin! Kervan yolda düzülür, haydi!!” diyerek azarladılar. Haklıydılar aslında. Çünkü her durum kendine ait zaman dilimine erişildiğinde aydınlığa kavuşur, her sorun kendi vaktinde çözümlenebilirdi ne bir saniye önce ne de bir saniye sonra. 
Heybesine hangi eşyasını ekleyeceğini bilemedi, neydi ki ona lazım olabilecekler? Diş fırçası, yün hırkası, en sevdiği pamuk yastığı mı? Kalp ilacı, can simidi ya da deprem düdüğü mü? 
Fena halde heyecanı artmıştı, bu kafa karışıklığı kendi başına bir korku tüneli gibiydi. 
Karanlık, öngörülemez nesneler ve olaylarla dolu bir tünel... 
Ya da insanı içine çeken bir tür girdap.  
Kendini bir anda yolda buluverdi. Kendine -inanmaksızın- türlü türlü telkinlerde bulunup durdu; yolcu yolunda gerekti, başlamak bitirmenin yarısı idi... Ve bunlar gibi bir yığın laf kalabalığı. 
Oysa kelimeleri bu kadar yormaya ne gerek vardı ki; davranışta “Hayy” anlayışta “Kayyum” olsa yeterdi. 
Kendi dedikodusunu yaparken içinde bir ürperti hasıl oldu; şüphenin biri diğerini kovaladı. Ya eksikse, eksilmişse. Sanki asla tamam olamayacak gibiydi. 
Hani her şey muntazam olmalıydı ya! tabiri caizse “jilet gibi”. Bu eksik kalmışlık hissi yüzünden ayakları geri geri gidiyordu, sanki dönüp o unutmuş olduğu çok önemli nesneyi de cebine katıp öyle yola devam etmeliydi. Sahi o nesne aslında neydi ki? 
İçindeki adına korku, telaşe, şüphe ve tereddüt denen o dört canavar yine zihninde, oracıkta bir çeşit trans haline geçip kaybolmasını sağlayan bir illüzyon sahnesinde kümelenmişlerdi. Bu dört arsız zaten her fırsatta hortlayıp ortalığı karıştırdıktan sonra aniden öylece yüz üstü bırakıp sırra kadem basar, ortadan kaybolurlardı. 
Defalarca böyle geri dönmek istedi, fakat bunca mesafe kat edilmişken artık çok geçti. 
Derken kendinden emin tavrı ile Mihmandar çıkıp geldi. Bu sekîne ile koluna girip güzergahı tarif eden, tam da zamanında yetişmiş bir acil yardım müdahalesiydi aynı zamanda. 
Bir yandan istikameti gösterip bir yandan da sağda solda görülen olayların neden karşısına çıktığını tüm detaylarıyla anlatıyordu mihmandar. 
Seyyah ise bunları dinlerken yolu yavaş yavaş tanımaya başlamasının getirdiği rahatlık ile içindeki o eksiklik duygusunun da hafiflediğini hissetti. 
İstikamet üzere gördüğü her şeyi düşünürken öncesine dair tüm düğümlerin de teker teker çözüldüğünü fark etti. Hatta yanına aldığı eşyaların aslında elzem olmadıklarını anladığında, onları da sağa sola bırakmaya başlamıştı bile. 
Eh bu kadar hafiflemişken tabii ki bir mola vermek şarttı ve karşılaşılan ilk handa biraz nefeslenmeye karar verdi. 
Biraz nefeslenmek dedim ya, niyet öncesinde sadece buydu aslında. Ta ki Hancı elinde tuttuğu altın tepside, gönül ateşinde usul usul demlenmiş tavşan kanı çayın yanına yoldaş olmuş o eşsiz dost muhabbetini getirip ikram edene kadar... 
Mihmandar ile Hancının sohbetini izlerken aslında bu hanın göründüğü gibi küçücük bir kulübeden ibaret değil, uçsuz bucaksız bir derya olduğuna da hayretle şahit oldu. 
Bir bağlamanın sakinleştirici tınısı eşliğinde düşünceye dalmışken Mihmandar ile göz göze geldi, kulağına şunu fısıldıyordu; “Korkma, bu denizde rahatlıkla yüzebilirsin”. 
Ne de rahatlatıcı bir cümle...
Seyyah, Mihmandar ile Hancının bilgece sergiledikleri tevazulu vakar karşısında anladı ki; aslında bu yolculuk, çaresizce bilinmezliğe doğru bir gidiş değil, merkezine dönüşün ta kendisiymiş, hamd olsun. 

Yazıyı Beğen :     2
Paylaş :