YÂR BANA BİR SEKÎNE

YÂR BANA BİR SEKÎNE
SEVAL YILMAZ

Her birimiz hayatımızın muhtelif evrelerinde bizi içine çekip eyleme geçme konusunda elimizi kolumuzu bağlayan korkuların esiri oluruz. Aslına bakarsanız yatkınlıklarımız çerçevesinde çeşitli etkenlerle öğrenilmiş korkulardır bunlar. 
Kimimiz karanlıktan korkarız, kimimiz yalnızlıktan. 
Karanlıktan korkma nedenimiz karanlığın bizi içindeki boşluğa çekip, anlam veremediğimiz o hiçlikte bir “canavarca” yutulma kaygısıdır... Aynı canavar “yalnız” kalakaldığımız tüm köşe başlarında tetikte beklemektedir. 
Bazen sevilmeme korkusu sarmalar insanın ruhunu. Ki, yalnızlık hissinin eşlik etmesi halinde bu durum daha da acı verici bir hal alabilir. 
Anlaşılamamaktan ya da yanlış anlaşılmaktan korkmamız nedeniyle iki sözcüğü yan yana getirip de “elimi tut” diyemez ve yalnızlığımızla kol kola yürümeyi tercih ederiz. 
Bu durum kısmen iyidir bazen. 
Kendi başınalığın dinginliği ile sekÎne getirebilir. Fakat ifrat halinde iken insanı umutsuzluk karanlığına sürükleyen bir başka girdaba da dönüşebilir. 
Her halükarda denge çok önemlidir ve bilinmelidir ki denge neredeyse “Sırat Köprüsü”nden farksızdır.   
İnsanoğlu çağlar boyu, çocukluk yıllarından itibaren kâbuslarını tetikleyen korkuların her birini birer canavar figürüne atfedip ifadelendirmeye çalışmış. Bu canavar tanımlamaları onu üretenin korkusu nispetince çirkin ve ürkütücü olup dinleyenlere de âdeta kaçınılmaz bir ıstırap hissettirir. 
Kişi bu algılarını paylaşarak anlaşılmak ister ama diğerlerinin aynı dehşeti yaşaması ise nedense anlatıcıya tarifi zor bir haz yaşatır. 
Acaba insan kaygılarının hissedilmesini isterken aslında ciddiye mi alınmak istemektedir?
“Paranormal” olarak adlandırılabilecek bazı üstün yeteneklere sahip olması nedeniyle diğer “normal” bireylerce dışlanmış bir grup insanın maceralarını konu alan filmde canavar tanımı şöyle ifade ediliyordu; “Canavarlar sandığımız gibi sadece o çirkin ve hantal varlıklar şeklinde değil; bazen çevremizde gördüğümüz en sevimli, en masum görünenlerimizden, hatta bizzat sahip olduğumuz bedenden beslenip var olurlar. Korkunç diş ve pençelere ihtiyaç duymaksızın karşımıza geçip bize şok yaşatırlar ve aniden içine düştüğümüz bu halin dalgasını geçerler”. Tıpkı çocukluğumuzda yaşadığımız bir travma ya da hatalı bir öğretiyle atılan tohumun bedenimize kök salması sonucu tüm karar mekanizmalarımıza hükmetmesi gibi. 
Bir seçim yapmanız gerekir zira aniden bir iç ses kaygılarınızı hortlatıp telkin vermeye başlar. Bir ürperti başlar ve arkasından telaş gelir.
Paniklersiniz. 
Ya sonra, “ya sonra düşündüğüm gibi olmazsa”ların biri diğerini kovalar...  
Ve tereddüt; tereddüt ânı ise zaten kaçmanın hatta vazgeçmenin başlangıcıdır. 
Defalarca yaşadığımız bu süreci öyle bilinçsiz bir şekilde ve ahmakça sahipleniriz ki bizi gafil avlayan bu kaygılar zincirini çok masum bir bahane kılıfı ile örtüp süslemek en güzel yaptığımız iştir. 
Asıl niyetimizi örtbas etmek için harcadığımız enerjiyi, şu cesaretimizi engelleyici iç sesimizi duymaksızın eyleme geçmek için kullansak insanlık için ne büyük adımlar atardık. 
Satürn’ün tabiatı gereği etkisi altına girdiğimizde bizi hep aynı konularla sınaması; onun kabahati değil, bizim aynı sorunlara aynı çözümlerle yaklaşıp farklı sonuç alacağımız yanılgısı içinde olmamız nedeni iledir. 
Belki de farklı çözümlerle meydana çıkmaya karar vererek alacağımız sonuçların bambaşka olacağını idrak etme zamanı gelmiş hatta geçmektedir.  
Kaygılarımızın birer kurabiyeye, kaygılananlarımızın ise birer “kurabiye canavarı”na dönüşmesi ümidiyle...
 

Yazıyı Beğen :     2
Paylaş :