İTİDAL NASIL MÜMKÜN OLUR?

“Bizi dosdoğru yola ilet” (Fatiha 6)

 Şefkât ve merhamet de diğer tüm duygular gibi özümüzde yâni iç âlemimizde başlar. Yaşamımızın büyük bir kısmı yarış hâlinde geçiyor. Hep en zirveler için kendimizi motive ediyoruz. Yüksek ve sarp bir tepeye tırmanır gibi yaşamaya başladık. İşin ilginç tarafı ise başarı elde ettiğimiz ve iyi sonuç aldığımız işlerle ilgili gördüğümüz takdirler bizi huzurlu kılmaya yetmiyor. Özümüze dönük olması gereken şefkâtimiz kısırlaştı. Bunun bir sonucu olarak kendimize acımasızca davranıyor yıkıcı eleştirilerde bulunuyoruz. Ardından ise yetersizlik duygusu ve ulaşamama hissi yaşıyoruz. Tüm bunların cenderesinde yaşarken kendimizi sevmediğimizin bile farkına varamıyoruz.

Kimi zaman çevremizde duyduğumuz olumsuz sesleri şartsız kabullenerek kendimize haksızlık ediyoruz. Kimi zamansa teselliye en çok ihtiyaç duyduğumuz anda duygu ve düşüncelerimizi görmezden geliyoruz. En önemlisi bununla da yetinmeyerek tüm bu gücün ve kuvvetin bizden olduğunu varsayıyoruz. Bu şekilde sonu olmayan bir yarışmanın içinde koşmaya devam ediyoruz.

Oysa yüce Allah bize şu uyarıyı yapıyor; “Şüphesiz ki Allah, insanlara (gücünün üstünde bir şey yükleyerek) hiçbir şekilde zulmetmez. Fakat insanlar ( Allah’tan uzaklaşarak nefislerine uyarak kendi ) kendilerine zulmederler.” (Yunus, 44)

Zulüm, adaletsiz davranmak eziyet ve cefa etmek demektir. İnsan en büyük zulmü sırat-ı müstakim çizgisinden yâni dengede yaşamaktan saparak, kendi hak ettiğini kendine vermemekle yapar. İtidâli sağlayan kimse yerindelik bilgisinin farkındadır. Hem kendisinin hem de toplumun hakkını verir.

Adl kökünden mastar olup klasik sözlüklerde “iki aşırı tutum ve davranış arasındaki orta hâl” şeklinde tanımlanan itidâl, bu genel tanım çerçevesinde “orta hâlde bulunma, ölçülü ve ılımlı olma, soğukkanlılık, denge, düzgünlük, doğruluk” şeklinde açıklanmıştır; ayrıca adâlet kelimesinin bir anlamının da “itidâl ve istikamet” olduğu TDV İslâm Ansiklopedisi’nde anlatılır.

Felsefi açıdan itidâl, kişinin karakterinin aşırılıkta yahut zayıflıkta olmaması, dengeli olması anlamına gelir. Kadim tıpta ise “Anasır-ı Erbaa” şeklinde ifade edilen insanın köklerini temsil eden fizyolojik salgılardır. Yâni dört unsurun bedende dengeli bir hâlde bulunmasıdır.

Kur’ân-ı Kerîm’de itidâl kelimesine direkt rastlamıyoruz. Fakat aynı kökten olan “adele” fiili bir âyette şöyle geçer; “O Allah ki seni yarattı, düzenine koydu, düzgün şekilde yarattı ve i'tidal verdi.” (İnfitar, 7)

İnanç esasları ile ele alındığında itidâl “sırât-ı müstakîm” yâni her türlü yanlıştan, zayıflıktan ve aşırılıktan uzak bir iman ile orta yolda ilerlemek demektir. Peygamberimiz örnek yaşamında bu kavrama normal (vasat) yol demektedir. İtidal ile ilgili yaşamımızın her alanını kapsayacak kadar çok Hadis-i Şeriflere rastlamaktayız.

İşte onlardan birisi şudur; “İfrat ve tefritten uzak dur, vasatı tercih et; çünkü işlerin en hayırlısı orta olanıdır.” (Beyhaki)

Bize bizden daha şefkâtli ve merhametli olan, âlemlere rahmet olarak lütfedilen Peygamber Efendimiz sağlığımızdan, aile ilişkilerimiz ve işimize kadar her konuda dengede olmamızı salık vermiştir.  Bizi kemalât olarak tarif ettiğimiz olgun davranışa götürecek yolun bu olduğunu sıkça beyân etmiştir.

Sahabe neslinden sonra gelen Tâbiin’in büyük âlimlerinden ve devrinde Sana şehrinde kadılık yapmış Hak dostlarından Vehb bin Münebbih şöyle der; “Her şeyin iki ucu ve bir ortası vardır. Bu uçların birinden tutulursa, diğer uç ağır basar; ortasından tutulursa, iki uç da dengede kalır. Öyleyse her şeyin ortasından tutmaya bakın!”.

Muhiddin Arabî Hazretleri de itidâlin vahdetin bir gölgesi olduğunu söyler. Şeytan ise Hakk’ın gölgesinden kaçar, ona tahammül edemez. Bu yüzden de bu gölgenin alanına aşırılık yönleri ile adım atmaya çalışır. Bundan aciz kalırsa zayıflığı bize din zannettirir. Bu yüzden Emîrü’l-Mü’minîn Hazreti Ali şöyle buyurmuştur; “Cahil birini ya ifrat ya da tefrit üzere görürsün. Çünkü cahil, şeytanın oyuncağıdır.”

İbn-i Sinâ ise fazlalık yahut zayıflığa yönelen sapmaları hayvani duyguların doğurduğu sonuçlar olarak görür ve itidâli insana has düşünme gücünün eseri ve dengesizlik karşısında bir özgürlük olarak tanımlar.

Kişi itidâlde olmadıkça kendinde Hakkı açığa çıkaramaz. Faziletli olarak nitelenen her şey, “normal” bir tavır sergilemektir. Bu durumdan sapmak ya fazlalık ya da eksiklik sayılır. Fazlalık yönünde aşırıya gitmeye “ifrat”, zayıflık yönünde de aşırıya gitmeye de “tefrit” denir. Tefrit düşünce, duygu, söz veya eylemlerimizde gevşek ve ihmalkâr davranmak, geri kalmak demektir.

Birkaç örnek verelim.

Havf, Allah’tan korkmak, reca ise Allah’ın rahmetini ümit etmek demektir. Allah’ın rahmetinden ümit kesmek ifrat bir davranıştır.

Bu davranış yüce kitabımızda ifadesini şöyle bulur; “Allah’ın rahmetinden ancak sapıklar, kâfirler ümit keser.” (Hicr, 56 )

Allah’tan korkmayıp rahmetini garanti bilmek ise tefrit bir davranıştır. Bir Hadis-i Şerifte Efendimiz bu hususu ahmaklık şeklinde şöyle tanımlar; “Her istediğini yapıp, rahmete kavuşacağını ümit eden ahmaktır.” (Tirmizi)

İtidal davranışı ise ikisinin arasında yâni ifrat ve tefrit arasında davranmaktır. Peygamberimiz bunu şu şekilde bizlere duyurmuştur; “Havf ve reca arasında bulunan mü’min, umduğuna kavuşur, korktuğundan emin olur.” (Tirmizi)

İbadetlerde de ifrat ve tefrit davranışlarımız vardır.  Emredilen kulluk görevlerini yerine getirmekten kaçınmak ve az ibadet etmek gevşekliktir yâni tefrittir. Âyeti Kerime’de tefrit için "Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz."(Âl-i İmran,139) hitabı vardır.

 Gece gündüz diğer işleri ihmal ederek hep ibadet etmek ifrat davranışıdır. Çünkü Allah bizden diğer yükümlülüklerimizden el çekmemizi istemez. Bununla birlikte gücümüzün yetmeyeceği sorumluluklar yüklemez. Gücünün yetmediği şekilde ibadet etmeye çalışmak da mesela geceleri hiç uyumadan namaz kılmak, hanımı ile halvetten uzak kalmak, Allah’ın helal kıldığı yiyecekleri kendisine haram kılmak ve sürekli oruçlu olmak da ifrat davranışıdır ve nefse zulümdür. Peygamberimiz bir Hadis-i Şeriflerinde bu hususu şu şekilde açıklığa kavuşturur; “Din kolaylıktır. Bir kimse, onu ince eleyip sık dokursa, din ona mutlaka galip gelir. Öyle ise, ifrat ve tefritten sakının, orta yolu tutun.” (Buhari)

Bir gün on kadar sahabe âhiret için daha fazla nasıl ibadet edebiliriz diye istişare etmek için bir araya gelirler. Osman bin Maz’ûn’un (ra) evinde toplanırlar ve bazı kararlar alırlar. Ardından Hz. Ali ile Abdullah bin Amr bin As (ra) ve Osman bin Maz’ûn (ra) ne gibi nafile ibadetler yaptığını öğrenebilmek için Peygamber Efendimizin (sav) evine giderler. Peygamber Efendimizi evinde bulamazlar ve eşlerine Peygamberimizin nasıl nafile ibadet ettiğini sorarlar.

Aldıkları cevaplar karşısında,  nafile ibadetlerini az bulurlar ve “Peygamberin yanında biz kimiz ki!.. Onun geçmiş ve gelecek bütün günahları bağışlanmıştır.” derler. Peygamber Efendimiz Rabbine şükreden bir kul olabilmek için bazı geceler ayakları şişinceye kadar namaz kılmaktaydı. Fakat onlar daha fazlasını yapmak istediler ve içlerinden biri; “Ben, yaşadığım müddetçe geceleri hep namaz kılacağım” dedi. Diğeri; “Ömrüm boyunca hep oruç tutacağım, asla oruçsuz günüm olmayacak” dedi. Bir diğeri de “Kadınlardan uzak kalacağım ve hiç evlenmeyeceğim.” dedi. Bu kararlardan sonra Osman bin Maz’ûn (ra), geceleri namaz kılıp, gündüzlerini de oruçla geçirmeye başladı. Eşini ihmal ediyor, sorumluluklarını yerine getiremiyordu.

Bunun üzerine Resûlullah (sav), Osman bin Maz’ûn’u (ra) yanına çağırarak; “Yoksa benim sünnetimden (hayat tarzımdan) yüz mü çevirdin?” diye sormuştur.

Yine Resûlullah (sav), bu kararları alanlara, kendilerini dünyadan tamamen uzaklaştırmayı düşünenlere ve o sahibelerin özelinde bütün ümmetine şöyle buyurmuşlardır;

“Şöyle şöyle diyenler sizler misiniz? Allah’a yemin ederim ki, Allah’tan en çok korkanınız ve Ona karşı gelmekten en çok sakınanınız benim. Böyle olduğu hâlde ben bazen oruç tutuyor, bazen de tutmuyorum. Gecenin bir kısmında namaz kılıyor, bir kısmında ise uyuyorum ve kadınlarla da evleniyorum. Benim sünnetimden yüz çeviren, benden değildir.” (Buhârî, Nikâh, 1)

Günlük yaşamımıza Hz. Peygamberden kanıt oluşturacak bu tür itidâl örneklerini çoğaltabiliriz.

Bir yöneticinin idaresinde bulunan çalışanlarına sert, öfkeli, kaba davranması ifrat davranıştır. Sorunlarıyla hiç ilgilenmemesi, çalışılan ortam hakkında gerekli bilgileri sunmaması, yardımcı olmaması ise tefrit davranışa örnektir. Orta yolu yâni itidâli takip etmeli ki çalışan ne fazla yumuşaklıktan dolayı şımarıp haddi aşsın ne de fazla sert tepkilerden dolayı işini yapamaz hâle gelsin.

Bir kimseyi aşırı sevip, bütün sırlarını ona vermek, fazla yakınlık kurmak ifrat davranışa bir örnek teşkil edebilir. Sevgisini hiç belli etmemek, her şeyini ondan gizlemek de yine tefrit davranışın bir misalidir. En güzeli orta yol olan arkadaş canlısı, iyimser ve düşünceli davranmaktır.

Peygamber Efendimiz sav bu konuda bizleri şu şekilde uyarır; “Bir kimseyi günün birinde, aranızın açılabileceğini hesaba katarak sev. Buğz ettiğine de günün birinde dost olabileceğini düşünerek buğz et.” (Tirmizi)

Kişisel sağlığımızı ve yaşamımızı ilgilendiren mevzularda da itidâl önemli bir yer tutar. Çok uyumak ifrattır, gerekenden az uyumak ise tefrittir. İhtiyaç kadar uyumak vasattır. Bu durum kişiye göre elbette değişebilir. O yüzden bu tespit kişisel potansiyel ve ihtiyaçlar üzerinden yapılmalıdır.

Kibirli ve egoist davranmak ifrat, aşırı tevazu da tefrittir. Gerektiği kadar tevazu ise itidâldir. Kendinden aşağı olanlara karşı tevazu göstermek iyi ise de bunun ifrata kaçmaması, yâni aşırı olmaması gerekir. Aşırı olan tevazuya temelluk denir. Temelluk, ancak üstada ve âlime karşı caizdir. Hadis-i Şerifte, “Temelluk, Müslüman ahlakından değildir” buyurulmuştur.

Gün içinde dengeden uzaklaşıp sinirlendiğimiz zamanlar olur. Bunun da ifratı ve tefriti vardır. Aşırı öfkenin sonucunda saldırganlaşmak ifrattır. Hadis-i Şerifte, “Öfkenin ifratı imanı bozar” buyurur Peygamber Efendimiz. (Beyhaki)

Gereken yerde tepkimizi ortaya koyamama ve kaçma davranışına korkaklık denir. Şecaat yâni cesaret ve yiğitlik ise orta yoldur. İmam-ı Şafii buna dikkat çekmek için ağır bir benzetmede bulunur; “Şecaat gereken yerde, korkan kimse, eşeğe benzer”.

Sırat-ı müstakim olan orta yolu bulabilmemiz için bizleri yüce Allah gerekli tüm hikmetli bilgilerle donatmıştır. Bu hikmetler Kur’ân'ın tertemiz sayfalarında ve Efendimizin (sav) örnek yaşamındadır.

Bizler hakikatin şahitliğini yapmakla yükümlüyüz. Bulunduğumuz her ortamda, her olay karşısında itidâlin en güzel öneklerini göstermekle ödevliyiz. Bugün dünyanın herhangi bir yerinde, bir insanın canı yanıyorsa, kimsede suç bulmayalım. Kabahati kendi tefrit davranışımızda arayalım.

Bu konuyu şu âyete yürekten âmin diyerek kapatalım; "Ey Rabbimiz! Günahlarımızı ve işlerimizdeki aşırılıkları bağışla -bizi itidâli davranışlara sevk et- adımlarımızı sağlamlaştır ve kafirlere karşı bize yardım et!" (Al-i İmran, 3/147)

Yazıyı Beğen :     0
Paylaş :