SELAMSIZ
SELAMSIZ
SERKANT DERVİŞOĞLU
Kendimizi çoğu zaman öyle bir konuma oturturuz ki o sırça köşkten inesimiz gelmez. Kibir kisvesi bürünmüş takvalı yürüyüşümüz bizi bizden alır. Meclise girdiğimizde ki adımlamalarımız bakışlarımız ve oturduğumuzdaki giydiğimiz takva hırkasını özenle düzeltişimiz, bu durumu Cebrail görse ulan bir yanlışlık mı yaptım diye kendinden şüphe eder adeta.
Selamsız köyün içsel kavalcıları çoktur. Seni yere göğe sığdıramazlar. Sende bu aldığın gereksiz gazla artık sarhoş olmuş bir insanın sabah nerede uyandığını bilemediği gibi gözlerini nerede açarsın Allah bilir.
"Ey iman edenler! Allah yolunda sefere çıktığınız zaman, gerekli araştırmayı yapın. Size selâm veren kimseye, dünya hayatının geçici menfaatine (ganimete) göz dikerek, “Sen mü’min değilsin” demeyin. Allah katında pek çok ganimetler vardır. Daha önce siz de öyle idiniz de Allah size lütufta bulundu (Müslüman oldunuz). Onun için iyice araştırın. Çünkü Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır." (Nisâ Sûresi 94)
Halbuki selamlaşma, hoş bir tebessüm, bir baş eğiş, bir tokalaşma artık meşrebine göre iki varlığın bir varlık gibi farkındalık yaşaması muazzam bir şey.
Çocukken köyde çok dikkatimi çekerdi traktörle, araba, motosiklet ya da atla geçen biri yanınızdan mutlaka el ederdi yada kornaya basardı. Sözlü sözsüz bir temas kurardı. Çok hoşuma giderdi bu durum. Bir bağ oluşurdu orayla ve insanlarıyla.
Elbette şunu demiyorum, şehirlerde bitti artık komşu komşuyu tanımıyor martavalı anlatmayacağım. Derdim “selam” işi önemli bir hadise onu değinmek istiyorum. Şehir yaşamının fırtınalı hayatının dejenere olmuş unutulmuş adetlerimiz ve göreneklerimizden tarihsel romantik nostalji hikayesinden çok bizde yaşattığı durumundan bahsetmek istiyorum.
Selam bizim ne olduğumuzu hatırlatan önemli bir ölçüdür farkındalık talipleri için. Hem bu alemin sadece senin etrafında dönmediğini hatırlatır, hem de senin kendi kendine olan samimiyetinin bir göstergesidir. Haliyle öyle etrafta yürürken bir bak selam ver. Sen sanma ki düşersin. Seviyem düşmesin diye girdiğin hal gaflet çukurundan başka bir şey değil. Unutma mekânın da sahibi vardır Küçük prenses.
"Rahmân’ın kulları, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürüyen kimselerdir. Cahiller onlara laf attıkları zaman, “selâm!” der (geçer)ler." (Furkan Sûresi 63)
Bir hatıra geldi aklıma Tekkeler kapatılmadan biraz önce Galata Mevlevihanesi Son şeyhi Ahmed Celaleddin Dede’yi Üsküdar’daki Sandıkçılar Dergahı’na davet ediyorlar. Dede de bu davete icap edemeyeceğinden dolayı Sükûtî Dede’ye söylemiş Galata Mevlevihane’sini ziyaret edenler Semahanın alt katındaki hücreler kısmında çıkış kapısının yanındaki sağdaki oda Sükûti Dede’nindir.
Sükûtî dede enteresan. Rindâne bir meczup. Biraz Melâmi meşrep. Aslında onu bir kalıba sokmak da yanlış olur ama ilk tanıyınca normal bir insanın tuhafına gidecek tarzda biri.
Üstünde bit gezermiş, baya yol almış mübareğin kıyafetinde. Kıyamazmış onları incitmeye.
Ahmed Celâleddin Dede’nin de ona karşı olan tutumundan da anlıyoruz ki Sükûti Dede halli, hatta makam sahibi biri.
Hatta kendisini bir gün sıkıştırmış Ahmed Dede. Söyle bakalım Sükûti “Sâhib-ül zaman kim” demiş. Sükûti Dede’de ıkınıp sıkılmış sonuçta Şeyhi. Biraz mırıldandıktan sonra “Hadi söyle artık diye” ısrar eden Ahmet Dede’ye “bu fakir diyorlar” demiş.
Allah bilir sonuçta Sükûti Dede’nin hali bunlar. Fakat inceliğe bakın. Ruhu şad olsun. Velhasıl şeyhi Sükûti Dede’ye demiş ki “ben gidemiyorum sen git dergâha”.
“Yemek yedirmen, tanıdığın ve tanımadığın herkese selâm vermendir” buyurdu. (Buhârî, Îmân 20; İsti‘zân 9, 19; Müslim, Îmân 63.)
Sükûti Dede dergâha varmış. Tabi bunu görenler üstü başı dağınık, belki bitli. Dergâhın en ücra yerine oturtmuşlar. Bir de önüne bir kap yemek koyup, orada bırakmışlar.
Lokmalar yendikten sonra zikir başlayacak. Tevhidhâne’de toplanılmış Şeyh Efendi Kelime-i Tevhitle başlayacak fakat Lâ diyor devamı gelmiyor. Allah Allah diyor, bir daha tekrar ediyor, Lâ…. Yok devamı.
Halifesine dönüyor sen başla diyor. Ancak O kişide de Lâ diyor, sonrası yok. Arif adam tabi diyor ki “birinin kalbini mi kırdık ne oldu böyle, bakın dergaha” Dervişler bakmışlar bir şey yok efendim demişler.
Bir kez daha Lâ… ıhh yok devamı. Sonra “iyice bakın” deyince dervişlerden biri demiş ki “efendim en arkada suratını asmış biri var” .
Şeyh Efendi kalkıp yanına gitmiş bakmış ki bir Mevlevi dervişi. Bizim Sükûti yüzü asık önündeki bir tas yemeye de dokunmamış. Aman efendim affedin bilemedik kusurumuza bakmayın derken bizim Sükûti Dede “hadi beni görmediniz ulan, başımdaki Fahr-i Mevlana’yı da mı görmediniz demiş. Aflar özürler gönül alınmış derken Sükûti Dede “hadi izin verdim” demiş.
Bu Mevlevilerce meşhur bir hikayedir. Oldu, olmadı Allah bilir. Lakin selam vermenin bir nevi gönül almak olduğu karşılıklı birlik mesajı niteliğinde olan mesafeleri yakınlaştırdığı ve farklılaştırmayan yani ötekileştirmeyen olağanüstü bir duruş olduğu kesin.
Birçok faydası vardır. Kibri törpüler, ruha esenlik verir, bağışıklık sistemine iyi gelir, ayrı olmadığımız hatırlatır, farkındalık artırır, olumlama kabiliyetiniz artar, kendinle ve etrafınla barıştırır, abartırsan Heide gibi dağlarda gezebilirsin oraya dikkat lütfen.
Selam üzerinize olsun.
Güzel gönlünüze sağlık Serkant Bey kardeşim.