GÖNÜL FELCİ

GÖNÜL FELCİ

SEVAL YILMAZ

 

Ablacığım hayırdırr?! Neye şaşırdın böyle sen? 

Yoo şaşırmadım ki, aslında çok mutluyum, belli etmekte zorlanıyorum biraz o kadar. 

Allah Allah, anlamadım ya, neyse... Peki ya sen? 

Ben de çok kızgınım ama şeyy, kaşlarımı çatamıyorum işte! 

Farklı duygu halinden bahsediyorsunuz fakat hepiniz aynı bakıyorsunuz, bu nasıl iştir? 

Eskiden sürûr dolu anıların alameti kaz ayaklarımız vardı. Bir de kaşlarımızın arasında hüzünlerimizi, alnımızda ise bizi kaygılandıranları ve o üzücü anların nasıl da geçip gittiğini anımsatan çizgilerimiz... Yüzümüze yansıyan ve bize biz olmayı öğreten tüm sabrettiklerimiz. 

Hepsi, ama hepsi yok olmuş; iki neşter darbesi ile bizi yok etmelerine izin mi verdik? 

Yoksa “her durumda şaşkın bakışlı” olmayı mı tercih ettik?

Sanatçı bu resimde ne anlatmaya çalışmış olabilir? 

Kişiyi bir duvarın ardına saklayarak yaşanan gönül felcini resmetmeye çalışmış olsa gerek... Gerçi tersinden düşününce bu “gönül felci” halinde doğal akışta bir duvar oluşması da mümkün. Zira küpün içindeki ise dışına sızan, surete sirayet eden de gönülde olandır diyebilir miyiz? 

Demem o ki, yüzümüzdeki çizgiler miydi gerçekte yok etmek istediğimiz, o karakteristik ifadeye vesile olan duygularımız mı? 

Herhangi bir hususta duygulanmak bizi epey kaygılandırıyor gibi. Ya da duygularımızı belli etmek, bir şekilde ifade etmek, bilemiyorum. Duygularımızı kendi dimağımızda bile tanımlamak ve anlamak konusunda bu kadar zorlanıyor iken bir diğerinin, ya da gerçek muhatabımızın duygularımızı anlamasını beklemek haksızlık olur. 

Aslında, hayat bu kadar da karmaşık ve zor olmamalı değil mi?

Bu konu bana Taksim Meydanında yaşayan bir adamı hatırlattı. Saçı sakalı birbirine karışmış, üstü başı pespaye, epey yaşlıca. Barınağı sokaklar olsa da kendi adına bir düzeni var. Bir dönem her sabah işe giderken geçtiğim bu alanda, tam da o erken vakitlerde onu düzeneğini toplamış, bir pazar arabasına istiflemiş ve belli bir istikamete doğru sürüklerken görürdüm. Gayet sakin ve kendinden emin adımlarla; benimkilerin tam tersi yani... 

Her gün aynı kişiyi aynı hal üzere görmemin boşuna olmadığına kanaat getirdiğim bir sabah ona selam verip küçük de olsa bir paylaşımda bulunmaya karar verdim. Her sabah uğradığım simitçinin yanından uzaklaşırken bu sefer elimde iki simit poşeti vardı. 

İşte orada, toplayıp küçücük bir pazar arabasına sığdırdığı dünyasını yanına almış her zamanki istikametine doğru yine aynı kendinden emin tavrıyla yürüyordu. 

Hayırlı sabahlar dileyerek yanına yaklaştım ve simidi uzatarak kabul ederse bir simit ikram etmek istediğimi söyledim. Bu saçı sakalı birbirine karışmış, dışarıdan bakıldığında pespaye görünümlü insan, bir anda gülümseyen ışıl ışıl gözlerle durup mükemmel Türkçesi ile bana hitap eden bir İstanbul beyefendisine dönüşüverdi.

“Ahh kızım, siz yeseydiniz, zahmet etmişsiniz...” 

Kendime de aldığımı ve bunun onun hakkı olduğuna ikna etmem dakikalarımı aldı. 

Ve tabii sonrasında gelen zarif bir teşekkür. 

Oradan ayrıldığımda kendimi allak bullak olmuş hissettim. Adamın o zarif dinginliği kafamı karıştırmıştı. Kim kime ikramda bulunmuştu şimdi? 

Bu güzel insan birkaç dakikalık sıradan bir diyalog anında yüzündeki derin çizgileri, kaz ayakları, gözlerindeki o kendinden emin anlatımı, gülümseyen siması ve bilgece üslubuyla... Kısacası tüm beden diliyle, acı tatlı sayısız anıyla dolu dolu yaşanmış ve nihayetinde sapsadebir akışa kendini bırakmış koca bir hayatın hikâyesini benimle paylaşmıştı âdeta. 

Bir doymuşluk vardı duruşunda, bir ikna olmuşluk. 

Rahatlığı ile herkese haykırır gibiydi büyük keşfini. 

Zihnimde sorgulamaların biri diğerini kovaladı istemsizce.

Şimdi vardığım bu yer “Hey sen! Şu aynaya poz veren kişi...Kimsin sen??” haykırışı ile başlayan bir mahkemeydi.

“Ne yaşadın ki sen hayatta, ne gördün ki?? ara ara da olsa varlığını hissettiren bir gönle sahip misin mesela?” 

Eğer öyleyse, yeter artık! Donuk gözlerinle perdelediğin gerçekleri, ifade yeteneğini yitirmiş göz alıcı dolgunluktaki dudaklarınla ifşa edilmemek için susturduğun sözcükleri ve o Hollywood yanaklarına unutturduğun gülümsemeyi âzâd et gitsin... 

Bir de bu “gönlün” varlığına dair ne tür âlametler açığa çıkmış, sonrasında bak da bir anlat bakayım. 

Aksi halde; yani, derinden derine sancıyan bir sızın yoksa şayet...

Eyvah ki ne eyvah!

İşte o zaman bu çok daha büyük bir dert…

Yazıyı Beğen :     3
Paylaş :