LAZIM MISIN, LAZIMLIK MI?
LAZIM MISIN, LAZIMLIK MI?
SERKANT DERVİŞOĞLU
Not defterime bakıyordum; genelde aklıma gelen şeyleri yazmak, unutmamam gerekenleri not etmek için tuttuğum bir defter. Malum, geçen hafta “yola çıkmak lazım” derken bir seyahat hâsıl oldu ve daha önceden çıkardığım bir yolculuğun “yanıma almam gerekenler” listesini gördüm. Geçmiş tecrübelerin sende yarattığı büyük tahribatlardan sonra diş ipine kadar götürüyorsun. Küçük şeyler büyük problemler çıkarabiliyor hakikaten; o yüzden rahatken “şunu koy, bunu koy” diye yazıyorum, sonra bavula yerleştirdikçe üstünü çiziyorum. Bu kadar cümleyi siz de bunu yapın diye yazmışım meğer, tabii ki değil küçük prens...
Gözüm ona takıldı; yarında yolculuk olunca. Sonra canım sıkıldı. Küçücük bir yolculuk için bile yanında götüreceklerini yazabiliyorsun da ahiret için senin yanına geldiğimde, kendime samimi bir şekilde “neleri bırakıp geldiğimi” yazabilir miyim diye sordum.
Garip bir şekilde sürekli yüklenip yüklenip gidiyoruz bir yerlere. Ve nereye? Haz peşinde veya değil, fark etmez… Sizce de fazla değil mi? Ne yapacağız? Özgürce bir yere bile gidemiyoruz. Popilist Sufi ağzında Demesi çok kolay “bir lokma bir hırka” da, hiç öyle durmuyor hayatımızda.
Şu lazım, bu lazım… Şu latif ve kutlu bedenimizi lazımlığa çevirdik. O da yetmezmiş gibi başkalarının da kullanmasına izin veriyoruz. Orta malı lazımlık olduk.
Ne gerek var bu kadar?
Lazım mısın, lazımlık mı küçük prens?
“Bir şeye sahip değilim” demeye utanır olduk. Olmayiversin. İmkânın yok olmaz mı? Bal gibi olur hamdolsun. Her yerde olmazsın ki. Bir de yerinde dur; anla, tadını çıkar. Hırpalayıp duruyoruz kendimizi boş yere. Şöyle gözükmemiz lazım, gövde gösterisi yapmak lazım…
İnanın çok yorucu işler. İşin tuhafı, bu geçici hayatı fazla önemseyip helak ediyorlar kendilerini. Çoğu insan kutsal metinlerdeki helak olan kavimleri okurken mit gibi, ütopya tadında okuyor. Ve sadece motamot ismi geçen kişileri ve mekânları direkt ilişkilendirerek algılıyor. Aslında muhakeme yapamıyor; “Bunun benimle ne alakası var?” sorusunu soramıyor.
Şekerim, Yüzüklerin Efendisi kitabı okumuyorsun ki. Her mevzu bahis direkt seninle alakalı; başkasıyla değil. Sana özel yazılmış gibi bakarsan daha net anlaşılacak. Yukarıda bahsettiğim tuhaflıklar da; boşu boşuna hırpalayıp helak olman da aynı meseleler. Farklı değil. Senin geçmiş kavimlerden ne özel tarafın var? İlla aynısı olacak değil; konu aynı.
Bundan on beş sene evvel, eski oturduğumuz yerde müstakil bir evdeydik. Mahallemizde öyleydi; herkes birbirini tanır, bir komşuluk ilişkisi hasbelkader mucize olacak kadar devam ediyordu. Ev biçimsiz bir kullanım planına sahipti: Salon dediğimiz yer bir oda gibiydi, çünkü “orta hol” denen bir şey vardı. Eski köy evlerinde olurdu o; kocaman ve kullanımı anlamsızdı. Her odaya bu geniş holden bağlanılırdı. Babam da eline bir para geçince annemin istediği vitrin–yemek masası gibi bir mobilyayı daha önceden almış; taşındığımızda onu da evin içine sığdırdık. Normalde atmamız lazım ama atamadık.
Şimdi bu salonda duruyor; vitrin devam ediyor, altında dolaplar… Bütün salonun bir duvarında sonuna kadar devam eden bir şey. İki koltuk takımı, ortada bir halı… Nasıl bilmiyorsun, bir depo gibi. Taşındığımızdan beri üzerimde bir gerginlik ve sıkışmışlık duygusu uyandıran bir hâl almaya başladı. Yer yer söyledim, lakin evin küçük oğlu olunca pek umursanmadı. Artık o salonda televizyon izlerken o vitrin takımının benden daha fazla keyif alması ve yavaş yavaş beni odadan atmak istemesini hazmedemedim.
Ve cesaretimi toplayıp, babamın üç kuruşları biriktirerek ve annemin yıllardır istediği bu takımı… Salondan güzelce ifade ederek, “bunu buradan atmamız gerektiği” konuşmasını yapıp, ikisinin gözyaşlarına rağmen atarak hallettim bu meseleyi. Bana “duygusuz, acımasız” diyebilirsiniz; ama o gün bu hareketi yapmam kendim için değildi, ailemiz içindi.
Hayatımızı hem maddi hem manevi işgal eden, daha da öte istila eden şeyleri sanki çok elzem bir ihtiyaçmış gibi mahveden şeylerden kurtulmamız gerekiyor. Hani biz “şerefli varlıklar”dık? Niye Ümraniye çöplüğüne çeviriyoruz? Otu boku getirip gönlümüze yerleştirip onu karartıyoruz. Her taraf yabani otlarla dolmuş. Öyle bir kaplamış ki bitki örtüsü, yol nerede, kapı nerede, neydi rengi, neye benziyordu, onu bile unutmuşuz. Getirip koymuşuz, getirip biriktirmişiz “lazım” diye. İstifçi gibi.
Saçma sapan duyguları sahiplenip komplo teorileriyle yazan, yöneten, oynayan; hem kahraman hem yardımcı oyuncu olan, o film setinin her bir karakteri kendisi olan bir insana dönmüşüz.
Neyse, lafı uzatmayayım. Evden vitrin takımı gidince salon oldu bize kocaman bir yaşam alanı. Birkaç gün sonra o dökülen gözyaşları unutuldu ve “iyi ki attık” dedi ikisi de.
Lazım diye biriktirdiklerimiz bizden daha iyi yaşıyor. İşin tuhafı, onlara göre bir yaşam sürmeye başladığımızda ise… İşte en tehlikelisi o: Artık “sen” diye bir şeyden bahsetmemiz mümkün olmuyor maalesef, küçük prens.











Yorumlar