MİRAÇ
SERKANT DERVİŞOĞLU

Çocukken gökyüzüne bakardım; o boşluğun ne kadar gizemli olduğu hissi hep enteresan gelmiştir. Halbuki yatay düzlemde bakınca daha fazla çeşitlilik var, hayran kalmamak elde değil. Ama gözüm hep bulutlardaydı, ne hikmetse. Uçağa falan da merakım yoktu, ama gökyüzü inanılmazdı. Yıldızlar... Annem, her yaz çocukken beni köye götürürdü. Pek çocuk da olmadığından sıkılırdım doğrusu. Köyün işleri de ağırdı, pek haz etmezdim. Bazen kuzenlerim gelsin diye yollarını gözlerdim oyun oynamak için ama nafile, pek denk gelmezdik. O yüzden büyüklerin arasında ve köy kokusu içerisinde geçerdi uzunca bir süre.
Köyle alakalı çok şey anlatabilirim ama oralara girmeden konu etrafında kalmak istiyorum. Psikolog dinlese, "Kesin travması var," diyecek. Yahu, bu ülkede travma yaşamamak meleklere has bir özellik olur. Velhasıl, akşam oldu mu herkes köşesine çekilir. Akşam sohbetleri olur bizim Tatlı Elma Mahallesi’nde. Pek sokak lambası olmazdı, hatta yok gibi bir şeydi. Evlerin arası da biraz açıktı; bir hayli sessiz ve karanlık olurdu.
Bu sebeple, yavaş yavaş korkumu yenmeye başlayıp evin arkasına doğru, daha da karanlık tarafları keşfetmeye çalışınca inanılmaz bir şeye tanık oldum: güzeller güzeli Samanyolu Galaksisi. Adeta bir tablo gibi karşımda duruyordu. Nutkum tutulmuştu. Aman yarabbi, insanın baş ağrıları geçer şöyle beş dakika izlese. Ne desem büyülenmiştim ama o kadar...
Yine de bu anlattığım hikayeden, "Astronot olacağım," ya da, "Astrofizikçi olup aya gideceğim, anne biliyor musun?" diye ailemin kafasını ütüleyen biri olmadım. Sadece baktım ve inanılmaz keyif aldım. Hâlâ da alıyorum. Sanırım böyle de gidecek.
Bana detaylı bilgi sorsanız, bilmiyorum. Gökyüzünde ne oluyor, bir şeyler oluyordur elbet. Bak, şimdi itiraf edeyim: teleskopa çok niyetlendim, doğruya doğru. Lakin şunu fark ettim; hayatının ciddi bir kısmını şehirde, kalabalık bir ailede geçiren ve suni ışığı bol bir yerde yaşayan biri için gökyüzünü gözlemlemek neredeyse imkânsız. Çok belirgin şeyler, mesela Ay... Artık onu da görmüyorsan ne diyeyim?
Geçen bunu düşünüyordum. Bazı insanlara bir şeyleri aptala anlatır gibi anlatıp anlatıp bildiğinden vazgeçmiyor ya... Vallahi sonra düşündüm, Ebu Cehil’e hiçbir şey demeye hakkımız yok. Adam en azından şuurlu münafık. Neyse, gökyüzü diyordum. Orada bir şeyler oluyor. Bunu metafor olarak düşünün, ama kuşbazlar gibi değil. Biliyorsunuz, onların şahitliği kabul edilmez; kafası hep yukarıda olduğu için.
Bulutlar, renkler, tonlar, yıldızlar, gezegenler… Normalde bakınca hakikaten bir şey yok orada. Çok sade bir yukarıya bakış, ama niye bu kadar cezbedici? İnsanlık tarihi hep göklere adanmış, tapılmış, ilahlaştırılmış bir yer olarak gösterildiği karşımıza çıkıyor. Tanrı bile "tan" ağırdan gelir. "Gökteki babamız, bize merhamet et," misal. Dualar edilirken ellere göğe kaldırılır.
Bu basit, sade bir şekilde gizemli ama bilinen fizik hadisesi, korkulan, ibadet edilen, merhamet dilenilen yer iken; yer, tamamen yaşanılan, her türlü nanenin yendiği, hatta korkunç şeylerin yapıldığı, adeta nefsi temsil eden bir yer gibi değil mi?
Hatta Hz. İsa’nın bile göğe yükseldiği inancı, belli bir mertebede olduğu bize yerdeki ve gökteki arasındaki bir hadise olduğunu gösteriyor. Belki de insan yerdeyken, tekâmül süresince yavaş yavaş göğe doğru; yani bilinç olarak yükselmeye başlaması gibi algılamak doğru olur. Yüksek yerlere çıkarken yatay ama hafif rampalı yaparlar ki birden dik yamacı çıkarken motoru yakma. Yılan gibi dolana dolana, her defasında eğim yukarı doğru artarak çıkarsın ve daha az yorularak daha uzun sürerek çıkarsın. Yoksa harap olursun, yolda kalırsın ve ne aşağı ne yukarı, araf gibi bir yerde yok olur gidersin.
Tekke usulü de böyledir; zamana yayarak, pişirerek yetiştirirler dervişleri. Aslında bu, yaşamın olağan akışında olan bir şey. Bunun altında fazla bir şey aramaya gerek yok. Aklıselim bir insan dikine bir yolculuk yaptırmaz. Yeni doğan çocuğa bonfile yediremezsin, değil mi?
Şunu da unutmamak lazım: hayat yatay bir düzlemde de geçmiyor. Orayı beğenip orada kalmak da doğru değil. Gökyüzüne de bakmak lazım. Hiç merak etmiyor musun? Kafanı kumdan çıkarsana, küçük prens. Ne zamana kadar güvenli alanlarda, sanki huzurluymuşçasına ibadet edeceksin? Sıkılmıyor musun, ağdalı ağdalı konuşan insanları dinlerken uyuya kalmaktan? Vallahi içim geçmiş, bir şey anlatıyor ama pek de huzurluydum. "Abdestim kaçmadan iki rekat da namaz kılayım." Allah kabul etsin.
Sanıyorum gökyüzü korkutuyor bizi. Yerden bağımızı kopardığı için… Kolay değil; bağların, alışkanlıkların, çevren, ailen, dostların, sevdiklerin, eşyaların, onaylanmaların, güvenli hissettiğin alanların, dilediğin gibi üste çıkıp ötekileştirmelerin, yargıların, ezilmekten hoşlanman, sığınmaların, serçe gibi narin gözükmelerin, bilgili olman, haysiyetli gözükmen, bir makamın olması, şöhretin, becerikli gözükmen, yardımsever davranışların, parmakla gösterilmen...
"Ben niye seyahat edeyim ki bu kadar bağım varken? Otur evinde be ya!" Anca kandil gecesi üç beş kişi bir araya gelip uyuklayarak dua eder, dağılırız. "Yarın da iş var zaten, işler de birikti," gibisinden.
Şimdi dikkat ediyorum da, Hezarfen Çelebi ile de dalga geçmişlerdi uçacağım dediğinde. Çünkü düşünce yapışır kalırsın. Bu kadar korkusu olan biri nasıl miraç yaşar? Nasıl dininden zevk alır? O rüzgârı hissetmeyen biri, bulutların arasında dolaşmayan, yıldızlara bakmayan, yağmur yağarken teninde hissetmeyen… Bunlardan uzaklaşıp bir yere gitme isteğin yoksa, zannetmiyorum.
Oturur, goygoy yapar dururuz. Tatsız, tutsuz sohbetler sardı dört bir yanımı, maalesef. Son olarak birine şöyle bir şey söylemiştim o da konuyu özetleyen muazzam bir söz söyledi: "Bulutların arasında uçmak istiyorum, düşüncesizce." Ve dedi ki: "Sakın uçma."
"Neden?"dedim.
"Bulutların içinde radyoaktif maddeler var, zehirlenirsin," dedi.
İçimden bir temiz küfür ettim. Bu mübarek gecede yine aklıma geldi. Ama işte, bizim durumumuz bu. Geceniz nur olsun.

Yazıyı Beğen :     0
Paylaş :