NE YAPIYORUM
NE YAPIYORUM
SERKANT DERVİŞOĞLU
Derin bir his kaybı içinde, "Ne yapıyorum?" diye soruyorum kendime. Bir anlık boşlukta, sanki zaman durmuşçasına, kendime bakıyorum. "Ne yapıyorum?" diyorum. Elbette yapılacak tonla şey var, hamdolsun, kendimizi bir şekilde oyalanırken buluyoruz. Ama o yaptığımız şeylerde derin bir tatminsizlik ve yoksunluk hissi var. Garip bir duygu bu. Eminim yaşayanlarınız vardır. Özellikle sen, küçük prenses.
Sanki yoğun bir tipi altında yürümek gibi bir şey... Suratına sürekli vuran ince kar, ellerini ceplerinde daha fazla büzerek ısınmaya çalışma çaban... Boynunu iyice sarmışsın, kolların vücuduna yapışık, gözlerin kısık. Gözlüğün karlı ve buğulu, burnundan sürekli akan sümüğü silmeye üşeniyorsun. Öyle bir an.
Bazen babama kızıyorum. Bir cümleye başlarken ortaya kusar, senden o karmakarışık kelimeler yumağını toplayıp anlamlı hale getirmeni bekler. Onun zihninden çıkmış yarım yamalak, anlamsız, bağsız cümleler pazılı gibidir. Sonra da sorduğu soruyu kendin çözüp cevaplamanı ister. İşte yazılarımın başı da genelde öyle başlar. Babama benzediğimin bir delili olsa gerek bu; kızdığım şeyi ben yapıyorum. Hayat ne kadar ironik, değil mi?
Velhasıl, o ana geri dönelim. Zar zor görüyordum yolun kenarından yürürken. Bir köy yolu değil, bozkırda bir patika... Mutluluktan yoksun hâl ile yolun nereye gittiğiyle alakasız bir şekilde kayboluyordum. Sarı, kısa otları görüyordum; üzerleri yavaş yavaş karla örtülüyordu. Şahit oluyordum, o karın her şeyi nasıl kapladığına... Baktığım yer beyaz bir örtüyle sarılıyordu adeta. Sanki kusurları örten ve hayatın olağan akışı içindeymiş gibi hissettiren bir doğa olayıydı bu.
Titrek titrek yürüyordum. Arada burnumu çekmek dışında bir şey hissetmiyordum. Yol uzun ve virajlıydı, bir rehber gibi bana gideceğim yeri gösteriyordu. Başka seçeneğim yoktu zaten; bu uzun, ince yolu gitmek dışında. Avareler gibi, pervasız adamların yolu gibi geliyordu. İnanın, arkama bile dönüp bakmak istemiyordum.
Duymuştum ki bazı yollarda tabelalar oluyormuş: ne kadar hızla gideceğini, neyin nerede olduğunu gösteren... Nerede yavaşlaman gerektiğini, nerede hız limiti olduğunu söyleyen mucizevi işaretler... Açıkçası bu hikâye çok hoşuma gitmişti. Ne hikmetse, benim karşıma hiç çıkmadı öyle tabelalar. Bir bakıma, merak da etmiyordum. Sürekli ne yapacağımın söylenmesi fikri, bana sıkıcı ve kısıtlayıcı geliyordu. Sanırım bu yüzden ilgimi çekmiyordu. Ama diğer yandan, güvenli bir yol fikri de çok cezbediciydi. "Yoruldun mu? Dinlen, bir tesiste yemek ye. Hatta alışveriş yapacak harika yerler var," diyorlardı. Muhteşem bir teklif, değil mi?
Peki, neden duyunca hoşuma giden bu fikir, sonra beni huzursuz etmeye başlıyor? Nedir rahatsız eden? Sümüklü burnum mu yoksa? Bozuk yolda yürürken bu düşünce içimde bir huzursuzluk, hatta güvensizlik hissettiriyor. Sanki tuzaklarla bezenmiş bir yol gibi geliyor. Bana huzur ve güven vaat eden o yol, sahte bir yaşamın izlerini barındırıyor gibi hissediyorum. Her şeyi benim yerime düşünmüşler; nereye gideceğime bile onlar karar veriyor. Çok tuhaf değil mi? Her şey senin için ama gerçekte kimin için?
Söyle ey mihri münevver, sen gerçekten o yolda yürümek istiyor musun? Bu kararı vermene sebep olan ne?
Yazdıkça, baştan beri gittiğim o patika yol aklıma takılıyor. Onu kim yaptı da ben orada yürüyordum?
Yorumlar