ÂŞİNÂ HÜZÜN
ÂŞİNÂ HÜZÜN
SEVAL YILMAZ
Hayatının en mutlu dönemi hangisidir diye soracak olsanız, küçükken yaşadığımız o küçücük evde sevgili ağabeyimle aynı odayı paylaştığımız yıllarımdır derim herhalde. Evimizin Beşiktaş’taki asansörsüz bir apartmanın beşinci katında olması ve kıymetli ağabeyimin kas hastası olması nedeniyle, okula gidiş/ geliş dışında kendi başımıza sokağa çıkıp da oyun çevresi edinmek gibi bir lüksümüz yoktu. Bizim için fark etmezdi gerçi, ağabeyim yine de ne yapar eder küçücük yaşına rağmen evde okuma saatleri, oyun saatleri dua ezber saatleri gibi yaptığı programlarla hayatımı en güzel şekilde süslerdi.
Çok özenirdim onun o kocaman hallerine. Halbuki aramızda sadece dört yaş vardı, o da bir çocuktu nihayetinde.
Bazen yaşadığı sağlık sorunlarını unutur hep onun gibi olma hayalleri kurardım. Düşünürdüm hep; acaba keramet annemin ona her gün içirdiği balık yağında mıydı, yoksa her gece tatlı uykusundan uyandırıp sunduğu o yumurtalı sütte mi diye. Ne kadar midem bulanırsa bulansın fark etmez, o bir içtiyse zorlansam da ben hiç itiraz etmeden iki-üç içerdim hepsinden. Hatta annem gece daha yumurtayı çırparken uyanır, o efsanevî karışımı ağabeyimden önce içmek (ve içip ona yetişmek) için sabırsızlıkla beklerdim. Büyüyüp iki yetişkin olduğumuzda o günleri eğlenerek anarken, ağabeyimin “yahu sen içiyorsun diye annem teşvik edip bana da zorla içirirdi şu balık yağını; ne bulurdun sanki o kadar kaşık kaşık içecek!!” diye tatlı sert fırça atmışlığı bile olmuştur.
Ya bir de şu beni çileden çıkartan şairâne ismi yok muydu , “Mahmut Cemalettin”; kesin bu karizmada önemli bir payı vardı bu isim meselesinin. Derhal kendime uyarlamalıydım. Yaptım da; ismimi sorana annem atlayıp “onun adı Seval” diyecek olduğunda ben ‘haayııırr! benim adım Mahmut Sevalettin bir kereee!!’ diyerek yaygara yapardım.
Her gün okula giderken muhakkak ben de ağabeyimle gider, sınıfına girerdim. Bazen derste tabiri caizse sazı elime alır her soruya cevap verir, her problemi ben çözerdim (güya). Herkes sonrasında beni alkışlıyor diye de ona yetişebileceğimi sanır kendi kendime sevinirdim. Düşündüm de; ağzını açıp bir kere bile bana bıkkınlık alameti bir cümle kurmamıştır.
Sonradan biricik kız kardeşimizin aramıza katılması bizim ortak şenlik alanımızın genişlemesine vesile olsa da, bu durum umut edildiği gibi ağabeyime duyduğum hayranlık ve düşkünlüğümün dozunu pek etkilemedi; bilakis tutkunu olacağım bir kişi daha hayatıma girmiş oldu.
Eğer yirmili yaşlarımda bana, benim için en hüzünlü dönemin hangisi olduğu sorulsaydı buna cevabım o gözünün içine baktığım ağabeyimden erken yaşlarda uzaklaşıp, ihtiyaç duyduğunu düşündüğüm ve ihtiyaç duyduğum hiçbir ânda onun yanında olamadığım yıllarımı söylerdim.
Ah erken büyümüş, uzakta bile olsa bana her dem kol kanat germiş, sonrasında da her işini erkence tamamına erdirmiş güzel ağabey; her yere peşinden koştum koştum da, hasretle bekleyip sonunda sürûr ile revan olduğun o yolculuğa elimden tutup beni de götürmedin ya alacağın olsun.
Otuzlu yaşlarımdan itibaren kıymetlilerimi teker teker Sahibine teslim etmeye başlayınca malum yoksunluk hissi de birdenbire kalıcı elbisesine bürünüvermiş oldu. Aslında o günden itibaren tüm “benim” zannettiklerimin “bağımlı olmaksızın kıymeti bilinesi” birer emanet olduğunu daha da iyi anladım.
Evet doğrudur, kardeşine vedâ eden ağabey, abla ya da küçük kardeş, etrafı kalabalık dahî olsa çoğu kez yasını yalnız başına ve sessizce yaşamak zorunda kalabilir. Çünkü, bu “yitik kardeş” sızısı pek çok kişiye anlamsız ve abartı görünür de anlaşılamaz bir türlü. Zira bu durumu ancak ve ancak yaşayan bilir.
Hele o ilk yıl ne de zor geçer ki Allah bilir. Her dinlenen türküde, hep birlikte tecrübe edilmiş iken artık yalnız deneyimlenmek zorunda kalınan her eylemde, daha önce birlikte izlenmiş iken şimdi yalnız izlenen bir filmde... Onun hayal edip de gerçekleştirmeye güç yetiremediği işler mi? gıyabında yapmayı düşünemezsiniz bile. O pedalını bir kere çeviremediği bisikleti öğrenmek dahî isteyemezsiniz meselâ.
İşte o ilk bir yıl diğerlerinin bir türlü anlam veremediği bir hüzün bize her fırsatta uğrar da yaramızı deşer durur. Aslında ister ki bir insan olarak duygumuzu sonuna kadar yaşayalım ve bu vesileyle de yaralarımız şifa bulsun.
İşte bu anlarda gözyaşı ile yıkanmanın getirdiği halis bir arınma ve şifalanmayla kayıpları ile dahî kardeşimizin bize sıcacık bir omuz olabildiğini anlarız. Çünkü yaşadığımız eksilmişlik duygusu ile doğru şekilde baş edebildiysek Yaratan’ın merhametine mutlak bir erişim sağlandığını görür ve yitirdiklerimiz için değil, kendi zanlarımız için endişe etmeye başlarız.
Peki ya kardeşlik duygusunu evrensel bir çerçevede içselleştirebilmiş insanın hali nicedir acaba? İşte bu optimum duyarlılık seviyesidir derim ben, ya sizce?
Nasıl güzel bir anlatım :'( Kıymetli Ağabeyimize Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın...
Amiin sevgili Selmit, Allah razı olsun. Kıymetli yorumun için çok teşekkür ederim.