ÜÇ DİLEK
ÜÇ DİLEK
SEVAL YILMAZ
“Issız bir adada yalnız kalacak olsan yanına alacağın üç şey nedir?”
Asıl ortaya çıkış maksadı bir türlü tespit edilememiş evrensel bir soru.
Tam da mühim bir konuya ya da bir sorunu çözmeye odaklanmışken gereksizce ortaya atılır ve o an manipüle olup far görmüş tavşan gibi kalakalır insan.
Küçükken okuduğumuz ya da dinlediğimiz masallarda girdiği mağarada elinde eski püskü bir lambayla karanlıkta kalmış Keloğlan’ın çaresizliğini hatırlatır bana bu hal. Hani kaygılı bir şekilde öylece beklerken birazcık ışık huzmesine erişmek için elindeki lambayı incelerken karşılaştığı lamba cini ile diyaloğu vardı ya bilirsiniz işte; “Üüüççç dileeekk dileee!”.
İlginçtir ki diyaloğun sadece buraya kadarki kısmı aklımda kalmış. Sonra Keloğlan ne demişti hatırlamıyorum.
Evet anlıyorum ki masalın bu kısmı benim için bir nevi alemler arası geçit gibiymiş ve bu noktadan itibaren içinde bulunduğum duruma göre bıkmadan yeni yeni “üç dilek” ler dileyip durmuşum sanırım. Muhtemelen belli yaş evrelerinde şekil değiştirmiş beklentilerdi bunlar.
Her koşulda girişken olmama yardımcı olacak “cesaret”; her işin üstesinden kolayca gelebilmemi sağlayacak “güç”; alabildiğine “zenginlik” ya da her bilgiyi kavrayabilecek “zekâ” ... bu örnekler sınırsızca çoğaltılabilir tabii.
Aslında kulağa ne de hoş geliyorlar değil mi?
Meselâ elimde sihirli bir değnek olsun -fakat başka kimsede olmasın- her istediğimi tek hamlede karşıma getirsin. Hem şoför arkası hem cam kenarı olsun, yol başlamadan bitsin ama dünyanın tüm güzel manzaraları benim penceremden geçsin. Uzaklar yakın olsun, yakınlar uzak.
Herkes sadece beni dinlesin ve benim görüşlerime göre hareket etsin.
Güneş şöyle bir haddini bilip de kenara çekilsin, ben galaksinin merkezinde olayım, şu diğer minik ve zavallı gök cisimleri de benim etrafımda raks eylesin. Sağa dönsem sarımsak sola dönsem soğan olsun.
Bazen her isteğim gerçekleşse neler olurdu acaba diye düşünmeden edemiyorum. İşte tam da bu anda o tatlı uykumdan bir kabusa uyanıveriyorum; tam anlamıyla bir kaos.
Aslında bu “üç dilek” ya da “ıssız adada ihtiyaç duyulabilecek üç şey” gibi sorular, insanı hayatta değer verdikleri konusunda tekrar tekrar düşündüren bir çeşit metafor olsa gerek.
Gerçi insan bu beklenmedik sualler karşısında öncelikli olarak önemsediği değerleri ile mi düşünür yoksa filtresizce yaşamak için öncelikli ihtiyaçlarını ya da ihtiyaç zannettiklerini mi? Yoksa tamamen hayal ettiklerini mi? Peki isteklerimizin gerçekleşmesi bir diğerinin felaketi ile ancak mümkünse ne olacak?
Nezaketten uzak “çokça cesaret” nelere mâl olabilir meselâ? Ya zalimler ordusunda sancak taşımaya yarayacak acımasızlık ile kendini gösteren “güç”?.
Akılsızca kullanılan -kullanılamayan- bir “üstün zekâ”, ahlaksızca ziyan edilmiş bir “akıl”.... ya da dimağlarda fazlaca yer etse de kibir yüzünden bilgece açığa çıkmaktan mahrum bırakılmış “bilgi” veya pintilik kıskacında çarçur olmuş “zenginlik”...
Dünya, hâlihazırda “şeytana külahını ters giydirebilecek” şu insanın tükenmez arzuları yüzünden kana boğulmuş durumda. Peki bir sihirli değnek ya da sihirli bir lamba olsaydı; bu esrarlı tılsımı elde etmek için daha ne haller görülebilirdi kim bilir, bunu düşünmek dahî endişe verici.
İnsanlığın kalp atışları düz bir çizgide sabitlenme eğilimi göstermekte iken; neyse ki lambanın cini tüm sihirli nesneleri toplayıp süresiz izne ayrılmış da sırra kadem basmış, şükürler olsun.
Bence çağlar boyu insanlar o büyüleyici tılsımı yanlış yerlerde arayıp durmuşlar. Bu tılsım belki bir yetimin saçlarının arasındadır, şefkatle taranmadan bulunamaz. Belki de yaş almış bir annenin duasında ya da sadece minicik çaresiz kalmış bir yavru kedinin narin seslenişinde gizlenmiştir.
Peki ya o sihirli sözcükler nerede dersiniz?
Onları ise ne siz sorun ne ben söyleyeyim, zira toparlanamıyor bir türlü. Sıkı sıkı gizlenmiş âzâd olacağı ân için demlenmekteler. Zira güzelce pişip olgunlaşmadan olmaz. Nihayetinde söz ağızdan çıkana kadar sahibinin esiri iken maazallah ortalara döküldü mü sahibi onun esiri oluverirmiş...
Ey dil perdesi!; ne olur ne olmaz sen en iyisi bir gönül viran eylemeden “kapan susam kapan!” ...
Su gibi akan bir yazı. Gönlünüze, elinize sağlık Seval Hanım. Yazdıklarınızı okuyabilmek büyük mutluluk ?