HİÇ AYAKTA DURDUN MU, KÜÇÜK PRENS?
HİÇ AYAKTA DURDUN MU, KÜÇÜK PRENS?
SERKANT DERVİŞOĞLU
Hayretle, gözyaşları içerisinde haykırarak yalnız başına baka kaldın mı? Kımıldamadan, öylesine derin ve herşeyi iliklerine kadar hissederek ayakta kaldın mı?
Güneşin yakıcı ziyasına karşı, cildinin kuruyup dökülmesi gibi, adeta sonbahar yaprakları gibi gidişini çaresizce hissettin mi?
Öylece boşluğa bakar gibi hayatında o ana rastladın mı? Belki gerçek sorular sorduğunda yüzleştiğin bir fotoğraf karesi...
Hayal ile gerçeği ayırt edemediğin, piyano tuşlarından gelen sesi işittiğin zaman...
Bir masal kitabının elinde kül olup gidişini izlemen...
Açıkça söylemek gerekirse, bu yazdıklarım nereye çıkacak hiçbir fikrim yok. Bir yolculuksa kelimeler, eminim bir yere ulaşacaktır. Hep de öyle olmadı mı, Küçük Prens?
Nice çıkmaz sokaklar, renkli pencerelere; eski yaşanmışlıkların olduğu dökük bir koltuk ve begonvillerle süslenmiş, hayata anlam ve renk taşıyan bir köşeye çıkmadı mı?
Her ne kadar yaşlı insanların huzurlu sokağına dönüşse de, bir şahitlik ve hayat vardı:
Ayakta kalmaya çalışanların...
Sahte bir duruş olmadan, dimdik, samimi; görerek, hissederek, yaşayarak, bir anlam taşıyan hâliyle kendine ve etrafına dokunan bir duruş.
Ağzımıza çokça yapışmış, anlamını kavramakta zorlandığım bir tabir var: vakar ve tevazu.
Bunları genelde insan ilişkileri içerisinde düşündüm, uygulamaya çalışanların da maalesef böyle olmadıklarını gördüm.
Elbette altı çok dolu olan kavram olağanüstü bir hâl tabii bu.
Peki, nereden çıkmıştı bu, nasıl bir duruştu?
Gördükleri ve sergiledikleri mana, karşısındaki görünen âlem varlıklarına bir içtenlik ve saygı mıydı?
Yoksa tecrübe ve deneyimlerinden sonra kendilerinde keşfettikleri neticesinde bakış açılarında değişen bir tutum muydu?
Artık ne açıdan bakıyorlardı?
Tam olarak neyi müşahede ediyorlardı?
Yoksa sahte bir hâl miydi?
Yani yapmacık yapılan bir şey miydi?
Elbette bir yerde patlayacaktı.
Şuna rastlıyorum:
O kadar insan merkezli kalınıyor ki ve derin bir beklenti doğduğundan, sonrasında karşılık bulunamayınca derin bir çöküş yaşanıyor.
Gerçi bu sahte hâl, her iyilik meleğine dönüşenlerin çoğunda da var, o da ayrı konu.
Demek ki sen tam anlamıyla ayakta durmuyorsun.
Uğur hocam bir konuşmamızda “saf tutmak”tan bahsetmişti geçen hafta.
Saf tutmak, şeytan geçmeyecek kadar omuzların yapışması değil; topukların yere sağlam basmasıdır demişti. Sen hayata karşı duruşundan, imanından, hâlinde sergilediğin tavırlarda sağlam durabiliyor musun? O zaman namaza dur, değil mi?
Mevlevîler için de böyledir.
Semazenlerin sol ayağının topuğu yerden kaldırılmadan zeminde döndürülmesi istenir.
Çivili tahtada, tuz dökülerek yapılan meşk sırasında özellikle tembih edilir nev-niyaza, yani semazene:
Bu topuk yerden kalkmayacak!
Tam bir şekilde köklenerek, verdiğin sözde, akitte sapasağlam durman gerektiği sürekli söylenir.
Çok önemli bir hadisedir bu Mevlevîler için.
Senin topukların yerden kalkıyorsa, bir tuhaflık olduğunu sezmen gerekir, Küçük Prens.
Hayat da böyle değil mi?
Her koşulda verdiğimiz kararlar ve çelişkili durumlar karşısında, topuğumuzun titrediği anlar sürekli karşımıza çıkmıyor mu?
Peki, sana gerçek bir soru:
Hiç kıyamdayken topuğunun yerden kalkmadığı, bir samimiyet içerisinde titrediğin oldu mu?
Nasıl oluyor da kıyamda olmuyor da gelişi güzel, saçma bir şımarıklık içerisinde orada dikiliyoruz?
Neden topuğun titremiyor?
Patronunla, eşinle, arkadaşlarınla, trafikte ya da bir satış elemanı olarak müşterinle yaptığın diyalogda fırıldak gibisin.
Gerçek bir ayakta duruşta nasıl oluyor da o topuk titremiyor?
Sanırım ve eminim ki, gerçek tevazu ve vakarla yaşayan insanlar, karşılarında sadece insan gören kişiler değiller.
Onlar kıyamdayken, muhabbet içinde oldukları şeyin derin farkındalığında olan ulu kişiler.
O yüzden bu insanlar ne kadar tevazu ve vakar halindeyse, bütün mevcudat da onlar karşısında aynı muhabbet içerisinde tevazu ve vakar içinde oluyor.
Kıyam deyip geçme...
Kimini bir meltem bile sarsar ama öyle olaylar olur ki, seni bir tufan bile yerinden sökemez.
Yorumlar