İNANCIN BEDELİ
SERKANT DERVİŞOĞLU
Bir şeye inanmanın zorluğu öyle hafife alınacak bir şey değildir. Tıpkı fiziksel bir aktiviteyi yapamamak gibidir. Denersin, denersin ama bir türlü istediğin gibi olmaz; kendini yetersiz hissedersin. Akranların yapabilirken sen sürekli tökezlersin, daha da içine kapanırsın. Zaten tarif edemediğin bir sürü problem varken bir de spor işi nereden çıktı diye kendine yüklenip durursun. Eğer şanslıysan, yani küsmediysen, devam edersin. Ama çevrenin de etkisi vardır; “Ne işin var orada?” diye yüklenildi mi, sen de günlerdir rüzgar almayan bir yelkenli gibi, nihayet o rüzgarı bulmuşçasına arkana alır ve artık o mahalleye uğramazsın bile, maazallah.
Kimileri için bu süreç gerçekten zordur. Beden, alışkanlıklar, nefis, biyoloji gibi etkenler dört bir yandan kuşatır. “Bizim çocuk şu yüzme işini bir türlü beceremedi.” dersin belki. Belki de o yüzden çok iyi bir yüzücü olmayacak ama en azından yüzmeyi öğrenecek; suyun eşsiz serinliğini bütün vücudunda hissedip mutlu olacak, özgür kuşlar gibi.
Belki ömründe Simurg’a varamayacak ama Ağrı Dağı’na çıkacak, tufanda kalanlarla mangal keyfi yapacak; kim bilir. Allah bilir doğrusunu, küçük Prens.
İnanmak da böyledir. Hatta daha zordur ama özünde aynıdır. Bazıları çabuk kavrar, hisseder yahut gayba iman eder; kimisi de şahit olur sürece. Kimi, mücadelesini iliklerine kadar yapışmış asalakları temizleyerek; kanatları pürüzsüz hale gelinceye kadar savaşarak verir ve Simurg’a gitmeye baş koyar. Lakin bazılarının hayatları –patolojik, coğrafi ya da ailevi sebeplerle– Simurg düşüncesinden bile uzaktır.
İster akran zorbalığı ister psikolojik sorunlar yüzünden olsun, kimi insanlar kendi dünyasında kaybolur. Kendi tabiatıyla hayatta kalır ama bir şekilde eksiktir. Yolda olanların ise onlara el uzatması, şefkat göstermesi, başlarını okşaması gerekir. Müjdeleyici kıssalarla yanlarında olup, büyük bir sabırla ihtiyaçları kadar öğretmeli; yollarını kaybetmemeleri için onlara ışık tutmalı. Ama asla bilmediklerini yüzlerine vurarak, onları cahil, işe yaramaz hissettirerek karanlığa itmemeli. Allah’ın sana verdiği eşsiz lütfu güç zehirlenmesine dönüştürerek hiç değil.
Yoksa küçücük çocukların ellerinde silahlarla insanları öldürdüğü, bunu vicdani bir şey hissetmeden soğukkanlı bir beceri gibi gördüğü ve varlıklarını ispat etme aracı sandıkları sonuçlarla karşı karşıya kalırız.
Elbette istisnalar vardır, bazıları için ne yapsan boştur. Ama hepsi öyle değildir.
İnanmak emek isteyen, tekrar isteyen bir süreçtir; artık neye iman ediyorsan. Adeta güven ile güvensizlik arasında uzanan bir sırat köprüsü gibidir. Çünkü her defasında bir adım atar, ardından seni sarsacak başka bir şeyle yüzleşirsin. Farkında olanlar çetin kış şartlarına, zorlu hava olaylarına, yükseldikçe gelen oksijen yetersizliğine rağmen yola devam eder. Bir şekilde kendini buna hazırlamıştır. Misal, Himalaya’ya çıkanların yaşadıkları hem deneyim hem de rasyonel gerçeklerdir; irrasyonel değil.
Bana farklı gelmiyor; ikisi de –maddi ve manevi– birbirinin yansımasıdır. Tabii biri soyut, elle tutulmaz. Hatta elle tutulur olan bile insanların aklına yatmazken, sen buna bir de içsel bir deneyim katmaya çalıştığında çarşı pazar karışır.
Asıl derdim şuydu: Bazıları için bu mesele saf ve iyi niyetlidir ama evde bir türlü olmayan, bir şekilde eksik büyüyenler için inanma durumu başlı başına bir zorluktur. Birçok açıdan ortada kalmış, çölde yönünü kaybetmiş gibidir. Nereye gidecek bu çocuk? Yıldızları mı öğretsen, gündüzleri kayboluyor; güneşi mi göstersen, o da akşam batıyor. Hiç olmadı mı size? “Hangi yön?” diye sormadınız mı? Yoksa çok mu rahatsınız, her şey tıkırında mı? Kum tanelerinden oluşan sonsuzluk çölünde varlığının bir şeye yaramadığını hisseden, yönünün bile kıymetinin kalmadığı bir yerde insan nasıl kurtuluşa erecek? İnanarak mı, küçük Prens?
Fe’lem ennehu.

Yazıyı Beğen :     0
Paylaş :